Bu sitede bulunan yazılar memnuniyetsizliğiniz halınde olursa bizimle iletişime geçiniz ve o yazıyı biz siliriz. saygılarımızla

    arapça ve farsça kelimeler türk dilinin hangi döneminde yoğunluk kazanmıştır

    1 ziyaretçi

    arapça ve farsça kelimeler türk dilinin hangi döneminde yoğunluk kazanmıştır Ne90'dan bulabilirsiniz

    Dil Devrimi

    Dil Devrimi, Türkçenin, Arapça ile Farsça kökenli sözcük ile dilbilgisi kurallarından arındırılıp Türkiye Cumhuriyeti'nin ortak, ulusal dili olarak yazı ile konuşma dili durumuna getirilmesini amaçlayan, 12 Temmuz 1932 tarihinde başlayan devrimdir.

    Cumhurbaşkanı Atatürk öncülüğünde başlatılmış, 1932-1938 yıllarındaki en köklü değişim döneminden sonra değişen hız ile yoğunluk düzeylerinde 1970'lere kadar sürmüştür. Eski Türk Dil Kurumunun kapatıldığı 1982 yılı, Dil Devrimi'nin bitiş tarihi olarak onaylanır. Dil Devrimi, 1928'de gerçekleştirilen Harf Devrimi ile birlikte, Türkçenin 20. yüzyılda geçirdiği büyük yapısal değişikliğin iki temel taşından biridir.

    Tarihçe[değiştir | kaynağı değiştir]

    Osmanlı dönemi[değiştir | kaynağı değiştir]

    Türkler, Arapça ile Farsça konuşan uluslar ile ilişkiye girdiklerinde kendi dillerinde bulunmayan sözcükleri almışlardı. Ancak bulunmayan sözcüklerin yanında Türkçe sözcükler de zaman içinde işlerliğini yitirmiş, yerlerini Arapça ile Farsça sözcüklere bırakmıştı. Örnek olarak, Türkçede "ateş" anlamındaki od sözcüğü yerini Farsça ateş sözcüğüne bırakmıştı. Yalnızca sözcükler değil bütün iki dilden de tümlemeler ile birtakım yapılarla bunun yanında dil bilgisi kuralları da alınmıştı. Ancak kökünden dilin yüreğinde yine Türkçe çekimler ile dil bilgisi kuralları kullanılıyordu. Osmanlı Devleti, Bâb-ı Âlî'den yönetiliyordu. Arapça kapı anlamındaki "bâb" ile Farsça tümlemesi Farsça yüce anlamındaki âlî ile birleşmişti, sonuçta Osmanlıca yeni bir sözcük türemişti. Bu tür bir Osmanlıca'yı ne Türkçe konuşan ne de Arapça ile Farsça konuşan kişiler ne de öbürleri anlayabiliyordu. Yalnızca eğitimli kesim, yazarlar, ozanlar ile ülke basamaklarındakiler bu dili kullanıyordu. Yazı dili ile konuşma dili arasında bir uçurum vardı. Öyle ki gazeteleri geniş kesimlerce anlaşılmadığı için satılmayan gazeteciler gazetelerinde kullandıkları dili yalınlaştırmanın yollarını arıyorlardı. Mesela doğal bilimler anlamındaki Arapça Ulûm-i Tabiiyye tümlemesi yerine Tabii İlimler demenin daha anlaşılır olduğunu buldular ve yazılarında bu tür yalınlaştırmalara vardılar.[1]

    Yazı dilinin karmaşık Arapça ile Farsça deyimlerden arındırılarak konuşulan Türkçeye yaklaştırılması konusu, Tanzimat'tan beri Türk yazarlarını ilgilendirdi. Şinasi (1824-1871) ile Namık Kemal (1840-1888) ile başlayan yalınlaştırma eğilimi, Ahmet Mithat Efendi (1844-1912) ile büyük bir aşama kaydetti ve İkinci Meşrutiyet yıllarında Ömer Seyfettin, Mehmet Emin Yurdakul (1868-1944) gibi yazarlarla doruğa çıktı.

    1910'lu yıllar, Türk Ocağı ile İttihat ve Terakki Cemiyeti gibi kuruluşlar içerisinde, Türkçü ile Turancı görüşlerin yükselişine tanık oldu. Bu dönemde yalınlaştırmacı görüşe bazı yeni düşünceler katılmaya başladı. Bunlar arasında en etkili olanı, İstanbul konuşma Türkçesinden başka Türk lehçelerinden, özellikle de Orta Asya'nın eski yazı dillerinden sözcükler alma görüşüydü. Fransız Doğu bilimci Pavet de Courteille'in 1870'te yayımlanan Çağatayca Sözlüğü, 1896'da çözülüp yayımlanan Orhun Yazıtları, 1917'de basılan Dîvânu Lugâti't-Türk bu yaklaşıma varsıl gereç sağladı.

    Var olan Türkçe köklerden yeni kavramları karşılayacak sözcükler türetme eğilimi de 1914 dolaylarında duyumsanmaya başladı.

    Cumhuriyet dönemi[değiştir | kaynağı değiştir]

    Dil yenileşmesi görüşleri Kurtuluş Savaşı dönemi ile Cumhuriyet'in ilk yıllarında geriye çekildi. Atatürk'ün 1931'den önce bu konuda tüm bir durumu görülmez. 1932 yılında ise Türk Dil Kurumunun açılması ile Dil Devrimi hız kazanır. Türk Dil Kurumunun açılışından sonra 1932 yılında meclis açılış konuşmasında "Ulusal kültürün bütün çığırda açılarak yükselmesini Türk Cumhuriyeti'nin temel dileği olarak sağlayacağız. Türk dilinin, kendi benliğine, gerçeğindeki güzellik ile baylığına kavuşması için, bütün ülke örgütümüzün, temkinli, ilgili olmasını isteriz."[2] sözleri ile Dil Devrimi'ne temkin çekmiştir.

    Mustafa Kemal Atatürk'ün en başta gelen ilgi alanlarından biri tarih öbürü ise dildi. Türk dilindeki sorunu pek çok aydın gibi o da görüyordu. 1932 yılında "Türk Dili Tetkik Cemiyetini" kurdu. Bu dernek kapsamında birçok alt kurullar kurulup sanki "askerî" bir düzenleme ile bu işin değişik alanlarını yönetmeye atanmışlardır (dilbilim, kökenbilim, dilbilgisi, terimbilim, sözlükbilim...).[3] Bu derneğin görevlerinden biri de dildeki sözcükleri araştırmak ile yabancı sözcüklerin yerine Türkçelerini bulmaktı. Her ilde valilerin başkanlığında sözcük tarama işleri başlatıldı. Bir yıl içinde 35,000 yeni sözcük haznesi kaynağı oluştu. Bilim insanları da bu sırada 150 eski yapıtı araştırmış ve o güne değin Türkçede hiç kullanılmayan sözcükleri toplamıştı. 1934 yılında bulunan 90,000 sözcük tarama sözlüğünde toplanarak yayınlandı. Arapça kökenli "kalem" sözcüğü yerine yerel şivelerde kullanılan değişik öneriler gelmişti (yağuş, yazgaç, çizgiç, kavrı, kamış, yuvuş,...). "akıl" sözcüğü için 26, "Hediye" sözcüğü için ise 77 ayrı öneri gelmişti. Sonunda "hediye" sözcüğü yerine Türkçe kökenli armağan sözcüğü seçildi.[1]

    Ancak bu "dili yabancı sözcüklerden arıtma" işlemi yalnızca Doğu kökenli dillerden gelen sözcükleri etkilerken (Arapça, Farsça...) özdeş düzeyde yabancı Batı kökenli sözcükler bu işlemden ayrı tutuldular. Üstelik birçok sözcük, atılanların yerini doldurmak için Türkçeye Batı dillerinden eklendi.[4]

    1929 yılında başlatılan "Dil Encümeni" çalışmaları 1932 yılında Atatürk'ün kurduğu "Türk Dilini Tetkik Cemiyeti"nin kurulması ile sonuçlandı. Bu derneğin iki temel amacı olacaktı. Birincisi Türk dilinin yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarılarak özüne dönmesini sağlayarak konuşma dili ile yazı dili arasındaki ayrımı ortadan kaldırmak ve yalnızca eğitimli kesimin değil yurttaşların tümünün kendi konuştuğu dil ile yazabilmesini ve okuyabilmesini sağlamaktı. Bunun için Arapça ile Farsçadan zamanla Türkçeye yerleşmiş, Türkçeye yabancı dil bilgisi kuralları ile yapıların kullanımdan kaldırılarak yerine doğru Türkçelerinin konması sağlanacaktı. Yerel ağızlardan taramalar yapılarak terim birikimi alana getirilecekti. İkinci amacı ise ölü dillerin karşılaştırmalarının yapılıp ortaya çıkarılmasıydı.

    Türkçenin sözcük varlığındaki yalınlaştırmalar zamanla Türkçeleşmiş ve yazınsal yapıtlarda kullanılan yabancı kökenli sözcüklerin arıtılarak yerlerine kimi kez Türkçe dil kurallarına bile uymayan koşullama sözcüklerle değiştirilmeye çalışılması dilin kültürel ile tarihsel kaynaklardan kopması tehlikesini doğurdu.

    Atatürk'ün Geometri kitabı[değiştir | kaynağı değiştir]

    Agop Dilaçar, Atatürk'ün Geometri kitabının 1971 baskısına yazdığı ön sözde, kitabın yazılış öyküsünü anlatır. 1936 yılının güzünde Atatürk, Özel karandaş Müdürü Süreyya Anderiman ile Agop Dilaçar'ı Beyoğlu'ndaki Haşet kitabevine gönderir ve Fransızca geometri kitaplarını aldırır. 1936 yılının kışında Atatürk kitap üzerinde çalışır ve 44 yapraklık, içinde geometri terimlerinin Türkçeleştirildiği bir kitap ortaya çıkar. Kitabın yazarının Atatürk olduğu kitapta belirtilmez yalnızca kapağında geometri öğretenlerle, bu konuda kitap yazacaklara kılavuz olarak Kültür Bakanlığı’nca yayımlanmıştır biçiminde bir not düşülür.

    Osmanlı döneminde okullarda okutulan geometri kitaplarındaki terimler, halkın dilinden uzak, anlaşılmaz bir durumdaydı. Üçgene müselles, alan için Mesaha-i sathiye, dik açı yerine zaviye-i kaime, yükseklik yerine kaide irtifaı deniliyordu. Üçgenin alanını tanımlamak için üçgenin alanı taban uzunluğu ile yüksekliğinin çarpımının yarısına eşittir tanımı yerine, bir müsellesin mesaha-i sathiyesi, kaidesinin irtifaına hâsıl-ı zarbinin nıfsına müsavidir deniliyordu.[1]

    Atatürk kendisi bir geometri kitabı yazdı. Osmanlıca eğitimde kullanılan geometri deyişlerinin yerine Türkçelerini buldu. Bu terimler bugün de Türkçe müfredatta değişmeden kullanılan boyut, uzay, yüzey, düzey, kesek, kesit, teğet, açı, açıortay, içters açı, dışters açı, eğik, kırık, yatay, düşey, dikey, yöndeş, konum, üçgen, dörtgen, beşgen, köşegen, eşkenar, ikizkenar, paralelkenar, yanal, yamuk, artı, eksi, çarpı, bölü, eşit, toplam, orantı, türev, var sayı, gerekçe gibi sözcüklerdir.[5]

    Ayrıca bakınız[değiştir | kaynağı değiştir]

    Kaynakça[değiştir | kaynağı değiştir]

    Konuyla ilgili yayınlar[değiştir | kaynağı değiştir]

    Dış bağlantılar[değiştir | kaynağı değiştir]

    Yazı kaynağı : tr.wikipedia.org

    Farsça ve Arapça Türkçe’ye Nasıl Hakim Oldu?

    Kendi gerçeğine gözü açık olan aydınların sık sık düşündükleri bir konudur bu. Orta Asya Türkçesi zengin bir dildir; ama Türklerin Anadolu’ya göçünden sonra aydınların gaflete düşmesi sonucu dilimiz Arapça ve Farsça’nın egemenliği altına girmiştir. Aydınların gafleti olmasaydı veya Türkçe o günün gereksinimlerine cevap verebilecek bir dil olsaydı, aydınlarımız onu bir kenara atmazdı… şeklinde iddialar ortaya atılır. Bu iddialara verilecek cevap şöyle olabilir:

    Dil toplumun aynasıdır. Toplumun yaşayış biçimi, inanç ve gelenekleri, kültürel durumu, siyasi yapısı dile yansır. Hiçbir dil, o toplumun gelişme düzeyinden ileride ya da geride olamaz. Toplumun ve dilin gelişme düzeyleri arasında aşağı yukarı bir uygunluk vardır. Bu nedenle tarihteki birçok toplum, dilleri incelenerek aydınlığa çıkarılmaktadır.

    Orta Asya’daki Türk toplumu, daha çok göçebe bir toplumdu. İslamiyet’in doğduğu yüzyıllarda, Türkler sınıflara ayrılmanın ve devlet kurma düzeyinin eşiğine gelmişlerdi. Türkçe’nin ilk yazılı ürünleri olan Orhun Yazıtları 7. yy’a aittir.

    Türkler’in toplumsal gelişme düzeyi, kaçınılmaz olarak edebiyata, bilime, siyasete de yansır. Başka toplumlar (Mezopotamya, Anadolu, Mısır, Çin, Hindistan, İran) çok önceleri sınıflı topluma (uygarlığa) geçmiş ve devlet kurmuşlardı. Dolayısıyla Türkler, Araplar ve Farslarla temasa geçtiği zaman edebiyat ve bilim alanlarında o anda kendilerinden çok daha gelişmiş diller ile karşılaştılar.

    Türkler, Uygurlarla ve Karahanlılar Devletiyle birlikte yerleşik bir toplum düzenine geçmeye başladılar. Bundan evvelki yüzyıllarda Türklerin komşularıyla ilişkileri, daha çok savaş ve yağmaya dayandığı için, Türk dili ile diğer diller arasında kayda değer bir alışveriş yoktu. Dolayısıyla, Türkçe bu dillerden fazla etkilenmemişti.

    Orta Asya Türkçesi’nin sözcük hazinesi yazı dili aşamasına henüz ulaşıldığı için, fiillerin çekimleniş biçimi, sözcük örgüsü ve anlatım olanakları bakımından oldukça sınırlıydı. Bu durumu bu günün Türkçesi bakımından değil, o günün Arap ve Fars dillerinin bulunduğu duruma göre değerlendiriyoruz. O sıralarda binyılları bulan yazı ve edebiyat geçmişleriyle bu diller elbette daha zengin olacaklardı.

    Orta Asya Türkçesi’ndeki yabancı etkilerin az olmasının nedeni olarak kağanların ve beylerin bilinçli tutumu gösterilir. (Zeynep Korkmaz, Cumhuriyet Döneminde Türk Dili) Abdülkadir İnan Eski Türk Dini Tarihi isimli eserinde; “Çin kaynaklarının verdiği malumata göre… Bilge Han tebasını şehir hayatına ulaştırmak, Buda dininin ayinleriyle ülfet ettirmek için şehir ve mabed inşa ettirmek gibi bir fikre düşmüştü. Fakat bu fikri Tonyukuk’un şiddetli muhalefetine uğradı,” der.

    Burada iki ayrı tutum görüyoruz. Bilge Han, yerleşik bir toplumsal düzene geçişi savunmaktadır. Dolayısıyla bir yerleşik toplum ideolojisi olan Buda dinine karşı tutumu da değişiktir. Yerleşik düzene geçiş, kaçınılmaz olarak eski düzeni sarsacak ve yeni ilişkilerin kurulmasını beraberinde getirecektir.

    Tonyukuk, Türk toplumunun geçmişini temsil etmekte ve mevcut ilişkileri korumaya çalışmaktadır. Yavaş yavaş göçebelikten yerleşik düzene, yani uygarlığa doğru, bir gelişme içinde olan o günün Türk toplumunda, ileriyi ve geriyi temsil eden iki tutum çatışma halindedir. Her türlü yabancı etkiye karşı olan Tonyukuk “kendi dili konusundaki bilinçli tutumunun” sonucu olarak değil, göçebeliğe dayanan toplumsal düzeni korumak için bu tavırları takınmaktadır.

    Yabancı etkilere açık olan ve yerleşik bir toplumsal düzeni savunan Bilge Han ise kendi dili konusunda “bilinçsiz bir tutumu” değil, bir bütün olarak toplumsal ilerlemeyi ve geleceği temsil etmektedir. Nitekim daha sonra, ticaret, sınıflaşma, şehirleşme ve devlet kurma olaylarıyla birlikte, Türkçe üzerinde yabancı etkiler de kaçınılmaz oldu. Uygurlar böyle bir gelişmenin doğal sonucu olarak yabancı dillerden etkilendiler. Yeni konumlarına uygun yabancı kökenli dinler benimsediler. 11. yy’da Karlukların Karahanlı devleti ve Siri Derya boylarında yaşayan Oğuzlar da böyle bir gelişme içindeydiler. İslamiyetin kabulü bu gelişmenin ideolojik plandaki ifadesidir. Daha sonra Oğuzların kitleler halinde Ön Asya’ya akması, toplumsal bir sıçramayla aynı zamana rastlamaktadır. Arapça ve Farsça’nın esas etkisi bu dönemde başladı.

    Ekonomi, toplumsal hayat, din, siyaset ve sanat alanlarındaki atılım, yeni kavramları doğurdu ve binlerce yabancı sözcük bu atılıma bağlı kalarak Türkçe’ye girdi. Ön Asya’ya gelen Türkler, burada yerleşik feodal toplumlar ve yüzyıllar boyu süren gelişme sonucu iyice kurumlaşmış devletler görüldü. Göçebe dilinden uygarlığa geçme aşamasındaki Türkçe, edebiyat dili Farsça ve bilim dili Arapça ile karşı karşıya geldi.

    Orta Asya’dayken devlet kurma noktasına gelen Türkler yerleşik düzene hızla ayak uydurdular, ama dillerinde bu hızlı gelişimi gösteremediler. Yeni durumun gereksinimlerine Türk dili cevap veremedi. Oysa feodal gelişmiş bir devlete gelişmiş bir siyaset dili gerekliydi. Bunu Farsça karşıladı. Büyük Selçuklu veziri Nizamülmülk, Siyasetnamesi’ni Farsça yazdı. Anadolu Selçuklularında da resmi dil olan Farsça, aynı zamanda edebiyat diliydi. Mevlana’nın eserleri de Farsça’dır. Aynı dönemlerde Arapça da bilim, dış yazışmalar ve şer’i işler dili olarak yerleşmeye başlamıştı. Bütün bu gelişmeler, Türkçe’yi de etkiliyor, birçok yabancı sözcüğün dile girmesine yol açıyordu.

    Türkçe’nin, Arapça ve Farsça’nın etkileri dışında kalması mümkün değildi. Bu etkilenme bir zorunluluktu. Devlet örgütlenmesi, toprak sistemi, denizcilik, tek tanrılı dinlerin ideolojisi, kültür ve sanat alanlarındaki birçok kavram ile Türkler yeni karşılaşıyorlardı. Bu yeni kavramları hangi toplumdan alıyorlarsa, onları, o toplumun sözcükleriyle kabul etmek durumundaydılar. Örneğin, bir yanda soyut düşüncenin ileri aşamasının bir ürünü olan İslami düşünce; diğer yanda soyut düşünme yeteneğini yeni yeni edinmeye başlayan Türkler ve Türk dili vardı. Düşünce planında tek tanrılı dinlerin kavramlarına sahip olmayan Türkler, bu kavramların Türkçe sözcük karşılıklarını nereden bulacaklardı? “Ahiret”, “farz”, “sünnet”, “kıyamet”, “cennet”, “cehennem” gibi sözcüklerin Türkçesi yoktu, olamazdı da. “Tanrı” sözcüğü dururken “Allah” sözcüğünün neden tercih edildiği merak edilir. Orta Asya Türklerindeki “Tanrı” kavramıyla Müslümanlığın “Allah” kavramı aynı şey değildir. Kaşgarlı Mahmut, Orta Asya Türkleri’nin “Tanrı” kavramından ne anladıklarını şöyle açıklıyor: “…Kafirler göğe ‘tengri’ derler. Yine bu adamlar büyük dağ, büyük ağaç gibi sözlerine, ulu görünen her şeye ‘tengri’ derler. Bu yüzden bu gibi şeylere yüğünürler (secde ederler). Yine bunlar bilgin kimseye ‘tengriken’ derler.”

    Görüldüğü gibi madde ve ruh henüz birbirinden tam ayrılmamıştır. Gök, yer, dağlar, ırmaklar, göller aynı zamanda birer ruhturlar. Maddi biçimlerinden arınmış soyut varlıklar, henüz tam olarak oluşmamıştır. Müslümanlığa göre ise, Allah birdir. Öncesi ve sonrası, zaman ve mekân ile ilgisi, ortağı ve benzeri yoktur. Yaratıkların hiçbirine benzememektedir. Kadir-i Mutlak’tır. Varlığı için başkasına muhtaç değildir.

    Allah kavramının Türklerin “Tengri” kavramından tamamıyla farklı olduğu açıktır. Yani “Tengri” sözcüğü, Müslümanlığın “Allah” kavramının karşılığı değildi. Bu durumda İslamiyeti benimseyen Türklerin, maddi varlıklarla içiçe olan “Tengri”yi (gerçekte birden çok olan tengrileri) bırakıp, soyut içeriğiyle “Allah”ı benimsemelerinde anlaşılmayacak bir yan yoktur. Aynı şekilde “cennet”, “cehennem” sözcüklerinin karşılığı olarak “uçmak” ve “Tamu”yu daha önceden Tibetçe ve Suğutça’dan almışlardı. Müslüman olunca da Araplardan aldılar.

    Aynı olgu, toprağa yerleşme ve tarımda, şehirleşmedeki gelişmelerde, ticaret ve zanaatlerde, denizcilikte, devlet, hukuk ve siyaset alanında da göstermiştir ve bu gaflet sonucu değildir.

    Ancak yabancı dili kabul etmek başka, yabancı dillerden etkilenmek başkadır. Selçuklular, Arapça ve Farsça’yı benimsemişlerdir. Bu benimsemede, onların halktan kopuk feodal yapıları önemli bir rol oynamıştır. Bu tutum Türkçe’nin önünü kapatmakta, Türkçe’nin günün gereksinmelerine cevap verecek bir dil haline gelmesini önlemekteydi.

    Bütün bunlara rağmen Türkçe, kendinden daha işler durumda olan dillerden de yararlanarak gelişmesine devam ediyordu. Bu gelişmenin sonucudur ki, Anadolu Selçuklularının yıkılışından sonraki Beylikler döneminde Türkçe resmi dil olabildi.

    Moğol istilası, Selçuklu Sultanlığı’na darbe indirmiş ve kabile geleneğinin yeniden canlanmasına yol açmıştır. Anadolu Beylikleri, Selçuklular’a göre Orta Asya’nın kabile toplumlarına daha yakındılar. Bu olgu Türkçe’nin beyliklerde resmi dil olarak benimsenmesinde rol oynayan etkenler arasındadır.

    Karamanoğlu Mehmet Bey’in her yerde Türkçe konuşulmasını zorunlu kılan fermanı, aynı zamanda halkçı bir gelişmeyi ifade ediyordu ve bu halkın tepkisinin sonucuydu.

    Osmanlı Beyliği’nde de resmi dil Türkçe idi. Ama Osmanlılar Anadolu birliğini sağlayıp, büyük bir imparatorluk haline geldikleri zaman, Türkçe’ye karşı tutumlarını değiştirdiler. Halktan gittikçe kopan Osmanlı aristokrasisi, halkın konuştuğu dilden de uzaklaşmaya başladı. Türkçe bu sefer tamamıyla bir kenara atılmadı. Çünkü aradan geçen iki üç yüzyıl Türkçe’yi oldukça geliştirmişti. Arapça ve Farsça’ya karşın varlığını sürdürebiliyordu. Osmanlı feodalitesi ise özellikle edebiyat, bilim ve siyaset konularında Arapça ve Farsça’nın yoğun etkisini kabullenerek kendi konumuna uygun Osmanlıca’yı yarattı.

    Türkçe bu dönemde Arapça ve Farsça’nın etkilerini önleyemiyordu.14. yy’da Aşık Paşa’nın, Hoca Mesut’un, 15. yy’da ünlü Çağatay şairi Ali Şir Nevai’nin de, gençlerin kolaydır diyerek eserlerini Farsça yazmalarından yakınması, aynı gerçeğin bir başka ifadesidir. Bütün bunlar Arapça ve Farsça karşısında Türkçe’nin durumunu yansıtmaktadır.

    KAYNAK

    Gültekin, M. Bedri, Türkçe’nin Dünü ve Yarını

    Yazı kaynağı : www.dusunuyorumdergisi.com

    Anadolu'da Türk Yazı Dilinin Gelişimi | Türk Dili ve Edebiyatı

    Anadolu'da Türk Yazı Dilinin Gelişimi | Türk Dili ve Edebiyatı

    Anadolu’da Türk Yazı Dilinin Gelişimi*

    13. yüzyıl, siyasî tarihimiz için olduğu kadar dil tarihimiz için de son derece önemli bir yüzyıl… Önce Anadolu’da, daha sonra da Osmanlı’nın hükmettiği çok geniş bir coğrafyada kullanılan, Oğuz Türkçesine dayalı yeni bir yazı dilinin başlangıç tarihi… Bugün ilmî literatürde Türkiye Türkçesi diye isimlendirilen bu yazı dili, tarihte genellikle Türkî, Türkî til, Türk dili, Türkçe, Lisan-ı Türkî, Türk lisanı gibi millî kimlikle bağlantılı isimlerle anıldı. Bazen Osmanlı lisanı, lisan-ı Osmanî, lehçe-i Osmanî gibi devletin siyasî yapısına, ideolojisine uygun isimler taşıdı. İsim ne olursa olsun kastedilen, dün Osmanlı’nın ulaştığı topraklarda, bugün de Osmanlı yadigârı Anadolu’da, Balkanlarda, Kıbrıs’ta, Irak’ta kullanılan Türk yazı diliydi, Türkçeydi.

    Oğuz Türkçesi, Anadolu’daki macerasına nasıl başladı? Nasıl yazı dili olabildi?

    Anadolu’nun yeni sahipleri Oğuzlar, 11. ve 12. yüzyıllarda Türkçeyi sadece konuşma dilinde ve sözlü edebî geleneklerinde yaşatmaktaydılar. Bu döneme ait Anadolu’da Türkçe yazılmış hiçbir eserin olmayışı, bize Oğuzların yazı dillerinin bulunmadığını, hatta Kutadgu Bilig gibi dev bir eserin dilini, yani Türkistan yazı dilini bilmediklerini düşündürmektedir. Büyük Selçuklu Devletine hâkim olan dil anlayışı, Anadolu’da da değişmemiş ve iki yüz yıl, yazı dili ihtiyacına Arapça ve Farsça cevap vermiştir. Bu süre içinde Anadolu Selçuklularının resmî ve edebî dili, Farsça; bilim dili Arapçadır. Şartlar iki yüz yıl hep Türkçe lehine gelişti. Aydın merkezli bu dil anlayışının halka rağmen uzun ömürlü olamayacağı muhakkaktı. Nitekim olmadı da. Anadolu’da Türk nüfus yoğunluğu bu süre içinde yeni göç ve akınlarla durmadan artıyordu. Büyük bir kısmı şehir merkezleri çevresinde yaşayan bu nüfus, şehirle ekonomik ilişkilerini sürdürmekteydi. Bu ilişkiler sonucu Türkçe, konuşma dili olarak geniş bir çevrede yaygınlık kazandı. Türkçenin sözlü ilişkilerdeki bu gücü, onun yazı dili olmasını sağlayan önemli faktörlerden biri oldu (Karal, 1978:18-20).

    Şartların olgunlaşmasında tabiî ki başka faktörler de rol oynadı. Meselâ, bir kısmı Moğolların önünden kaçarak gelen Horasan erenleri Anadolu’da Türkçenin bayraktarlığını yapmıştır. Bu gönül erleri, mesajlarını halka ulaştırabilmek, görevlerini yerine getirebilmek için elbette Türkçe konuşmak, Türkçe yazmak zorundaydılar ve böyle yaptılar. Diğer taraftan aydınlar da Arapça ve Farsçayı çok iyi bilmelerine ve bu dillerde yazmalarına rağmen, gönüllerine ve zihinlerine ulaşamadıkları çok geniş bir halk kitlesinin farkındaydılar. Onlara ulaşmak, onları özellikle dinî bilgilerden haberdar etmek için Türkçe yazmanın gerekli olduğunu bilmekteydiler. Değişen siyasî şartlar da Türkçeyi yazı dili olmaya zorluyordu. 13. yüzyıl başlarında Anadolu’da Selçuklu saltanatı zayıflamış, çoğu Arapça, Farsça bilmeyen Oğuz-Türkmen beylerinin hükümranlığı başlamıştı. Arapça ve Farsçaya sırtlarını dönmeseler de kendilerinin bu dilleri bilmemeleri, saraylarında hâkimiyeti Türkçenin lehine değiştirdi. Karamanoğlu Mehmet Beye atfedilen 1277 tarihli meşhur ferman, Oğuz-Türkmen beylerinin Türkçeye yönelişlerinin bir sembolü olmuştur. Aslında bu tarihten çok önce, yüzyılın ilk yarısında Oğuz Türkçesi ile Anadolu’da, hatta Selçuklu sarayında eser verilmeye başlanmıştı. Meselâ Selçuklu Sultanı II. İzzettin Keykavus’un emriyle İbn-i Alâ tarafından hazırlanan Dânişmendnâme’nin yazılış tarihi 1245’tir. Çarhnâme adlı eseriyle şöhret bulmuş olan AhmetFakih, eserlerini yüzyılın başlarında vermiştir.

    13. yüzyıl Anadolusunda Oğuz Türkçesi artık bir yazı dilidir. Bu hadise, Türk dili tarihi için önemli bir hadisedir. Çünkü hem iki yüz yıllık yabancı dil hâkimiyeti, yerini millî dile, Türkçeye bırakmış, hem de Türk dünyasında Türkistan yazı dilinden başka ikinci bir yazı dili meydana gelmiştir. Osmanlı, işte bu yeni yazı dilini 14. yüzyıldan başlayarak Balkanlardan Irak’a, Suriye’ye, Kıbrıs’a, Kırım’a, hatta Kuzey Afrika’yakadar taşımıştır.

    Yazı dilimiz dünden bugüne, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e bir taraftan tabiî değişim sürecini yaşar ve yeni kavramlarla zenginleşip gelişirken, diğer taraftan doğu ve batı dilleriyle, doğulu ve batılı dil unsurlarıyla her alanda mücadele etmek zorunda kalmıştır. Türkçenin edebî dil olarak, eğitim ve bilim dili olarak 13. yüzyıldan günümüze kadar yaşadığı iki ciddî sorun bulunmaktadır.Statü ve yabancı dil unsurları sorunu…

    Yeni yazı dili, başlangıçta birkaç yüzyıl Arapça ve Farsçaya karşı Anadolu’da bir statü mücadelesi verir. Çünkü aydın zihniyeti, henüz iki yüz yıllık Arapça ve Farsçanın hâkimiyetinden kendisini kurtaramamıştır. Yeni teşekkül etmiş bu yazı dilinin yeterliliği konusunda şüpheler vardır. Bu ruh hâli eserlere de yansımakta, bazı sanatkârlar eserlerinde Türkçenin yetersizliğinden yakınarak Türkçe yazdıkları için özür beyan etmektedirler.

    Oğuz Türkçesine yazı dili olarak yabancı müelliflerin bakışları da pek olumlu değildir. Bir Kıpçak lügati olan El-Kavânînü’l-Külliye’nin Arap müellifi eserinde, yeni yazı dili olmuş Oğuz Türkçesini Kıpçak Türkçesiyle karşılaştırarak şöyle demektedir: “Türkmence Türkçe değildir. Bundan dolayı bazı yerlerde dikkatli olman, sakınman ve konuşmaman için seni uyarıyorum. Çünkü Türkmence, Türklerce müstehcen ve onu konuşan ise hakîr sayılmaktadır.” (Toparlı,1999:7). Burada Türkçe ile, Kıpçak yazı dili kastedilmektedir.

    Türkçe, yazı dili olma mücadelesinin başlangıcında Arapça ve Farsça karşısında yaşadığı bu statü sorununu, edebî faaliyetlerde bugüne kadar bir daha hiç yaşamadı. Türkçe eserler yanında zaman zaman meselâ Fuzulî gibi Arapça, Farsça ; Nef’î gibi Farsça divan yazan şairler olduysa da, bunlar ne Oğuz Türkçesinin, Osmanlı ve Cumhuriyet Türkiyesinin edebî dili olduğu gerçeğini değiştirdi, ne de bu şairlerin şaheserlerine gölge düşürdü. Ancak statü sorunu, eğitim dilinde Türkçeyi hep rahatsız etti. Bu sorun, başlangıçta Arapça ve Farsçaya karşı yaşandı. Enderun’da devşirmelerin ana dilleri Türkçe olmadığı için Türkçe eğitim veriliyordu. Ülkenin yaygın eğitim kurumları olan medreselerde ise eğitim dili Arapça idi. Medresede Arapça ve Farsçayı öğrenen aydın, edebî ve kitabî Türkçeyi ise edebiyat vebürokrasi çevresinde öğreniyordu.

    Türkçenin eğitim dili olarak bu statüsü 18. yüzyıldan itibaren değişmeye başladı. Memleketin teknik personel ihtiyacın karşılamak üzere kurulan meselâ Mühendishane-i Bahrî-i Hümayun (1773), Mühendishane-i Berrî-i Hümayun (1793) gibi okullarda eğitim dili Türkçeydi. 19. yüzyıl başlarında kurulan Askerî Tıp Okullarında ise eğitim dili önceleri Fransızca idi. II. Mahmut, Fransızca okutmaktan gayenin Fransızcayı değil, tıp ilmini öğrenmek ve bunu yavaş yavaş kendi dilimize alıp memleketin her tarafına Türk diliyle yaymak olduğunu beyan ediyordu. Nitekim bu okulda 1870 yılında Türkçe öğretime geçildi (Karal,1978:48).

    Atatürk döneminde üniversitelerimizde görevlendirilen yabancı bilim adamlarıyla yapılan anlaşmaya “3-5 yıllık bir süre içinde Türkçe okuyabilecek kadar Türk dilini öğrenmeleri”ni şart koşan bir madde konulmuştu. Bu tavır, 1930’lu yılların Türkiyesindeki “millî dil” anlayışınıgöstermesi bakımından önem arz eder (Widmann, 1981:59).

    19. ve 20. yüzyıl, eğitim ve bilim dilinin Türkçe olup olamayacağı tartışmalarıyla geçmiştir. Bir zamanlar Türkçeyi Arapça ve Farsça karşısında yetersiz gören anlayış, bu defa önce Fransızca, sonra da İngilizce karşısında yetersiz görmeye başladı. Yahya Kemal, Edebiyata Dair adlı eserinde 1927’de Darülfünun müderrisi Şekip Beyin “Tam medenî olmak istiyorsak bir ilim lisanı olmayan ve olması çok vakte muhtaç olan Türkçeyi bırakalım. Hemen en medenî bir lisanı kabul edelim. En kısa yoldan, bir hamlede birkaç asır terakkî edebiliriz.” dediğini anlatıyor (Y. Kemal, 1971:310). Bu sözlerdeki fikirlere benzer fikirler zaman zaman aydınlarmızca telâffuz edildi. Buna rağmen 20. yüzyılın ortalarına kadar Türkçe, eğitim ve bilim dili olarak yabancı dillere karşı direndi. Ancak yüzyılın ikinci yarsında Maarif Koleji’nin İngilizce eğitime başlaması, daha sonra yabancı dille eğitim veren Anadolu Liseleri, kolej ve üniversitelerin yaygınlaşması, Türk dilini yeniden statü sorunu ile karşı karşıya getirdi. Bu okul diplomalarının hem iş hayatında, hem de akademik hayatta birinci referans kabul edilmesi, yabancı dille eğitime olan rağbeti gün geçtikçe arttırdı. Ve bu okullar, kısa zamanda Türkçe eğitim veren okullar karşısında bir statü kazanarak ülkenin eğitim ve bilim hayatına hâkim oldu. Geldiğimiz şu noktada Türkçe, bir eğitim ve bilim dili olma yolunda dün Arapçaya karşı yaptığı mücadeleyi, bugün İngilizceye karşı yapmaktadır. Bu, elbette yalnız bir dil değil, aynı zamanda bir kimlik, bir kültür mücadelesidir.

    13. yüzyıldan günümüze Türk dilinin yaşadığı bir başka sorun, “yabancı dil unsurları” sorunu olmuştur. Bilindiği üzere kültürler arası etkileşimin derecesi tarafların özellikleri ve konumlarına göre değişebilmektedir. Derecesi ne olursa olsun ortada bir alışverişin bulunduğu açıktır. Bu alışverişlerin en kolay, en çabuk dile yansıdığını hepimiz biliyoruz. Türkçe, doğu ve batı kültürleriyle münasebetlerimiz sırasında sadece alıcı olarak değil, aynı zamanda verici olarak da bu etkileşimin içinde yer aldı. “Alış”ın ölçüleri başlangıçta tabiîlik sınırlarını aşmıyordu. Ancak ne zaman ki yabancı dil unsurları, millî dil unsurlarına tercihedilir oldu, o zaman bunlar birer sorun hâline geldi.

    Türkçe, Anadolu’da birbirinden farklı sebeplerle birden çok yabancı dille tanıştı, bu dilleri etkiledi ve bu dillerden etkilendi. Rumcada, Ermenicede, Balkan dillerinde çok sayıda Türkçe kelime bulunması, Türkçeye de bu dillerden kelime girmesi, imparatorluk sınırları içindeki ortak yaşayışın tabiî bir sonucu idi. İmparatorluğun ticarî münasebetleri, Batı dillerinden meselâ İtalyancadan Türkçeye kelime girmesine sebep oldu. Bu kelimeler yazı diline de yerleşmekle beraber, edebiyat dilini etkilemedi. Arapça ve Farsça ile olan yakınlık, azınlık dilleriyle olduğu gibi ortak bir yaşayıştan değil, bir kısmı medrese ile yayılan ortak İslâmî kültürden kaynaklanıyordu. Arapça ve Farsça, yazı dilimizi değişen oranlarda her alanda etkiledi. Fransızca kelimelerin kaynağında ise başlangıçta siyasî, sonraları edebî münasebetlerin bulunduğunu biliyoruz. İngilizce kelimelerle tanışmamız ise eğitim, bilim ve teknoloji münasebetleri yoluyla oldu ve bu kelimeler konuşma diline kadar nüfuzetti.

    Anadolu’da yeni yazı dilinin kuruluş döneminde yabancı dil unsurları henüz sorun olmamıştı. Çünkü ilk eserler, zaten sözlü gelenekte yaşayan ve gerek konusu, gerekse sade dilleri ile halkın rağbet ettiği Hz. Ali, Hz. Hamza, Battalname gibi dinî hikâyelerle, halkın anlayabileceği dille yazılan diğer dinî eserlerdi.

    Yazı dilinin Anadolu’daki ilk temsilcileri olan Sultan Veled, Ahmet Fakih, Hoca Dehhani, Yunus Emre, Âşık Paşa ve Gülşehrî’nin eserlerinde Arapça ve Farsça unsurlar, anlaşmazlığa sebep olabilecek boyutlarda değildi. Zaten yazı dili olmadan önce Türkçede Arapça ve Farsça unsurlar vardı ve bunların pek çoğu geniş halk kitlelerine mal olmuş, dile yerleşmişti. En az 200-300 yıl Türkçe bu yabancı unsurlardan rahatsız olmadı. Halka ulaşma, halka öğretme endişesi ile teşekkül eden yazı dili, yine aynı endişe ile uzun zaman sadeliğini korudu. Devlet adamları da bu yolda öncülük ettiler. Meselâ II. Murat, Türkçeye tercüme edilen eserlerin dilini sade bulmadığı için yeniden tercümelerini istedi. Dânişmendnâme’yi bu sebepten yeniden tercüme ettirdiğini, Kâbusnâme tercümesini beğenmeyip “Bir kişi Türkîye tercüme etmiş, velî rûşen degül, açuk söylememiş. Eyle olsa hikâyetinden halâvet bulımazuz… Velîkin bir kimse olsa ki kitabı açuk tercüme itse, tâ ki mefhûmından gönüller haz alsa” diyerek eseri ikinci defa Mercimet Ahmet’e ısmarladığını biliyoruz (Levend, 1972:76).

    İstanbul’un fethi, kültür hayatını dolayısıyla Türk dilini de etkiledi. 15. yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı’nın birinci derecede kültür merkezi artık İstanbul’du. Medreseler kurulmuş, buralardan yetişip Arap, Fars dilini ve kültürünü çok iyi öğrenen aydınlarla, İstanbul dışından, İran’dan, Türkistan’dan gelen sanatçılarla kültür hayatı İstanbul’da ve diğer kültür merkezlerinde canlanmıştı. Edebî faaliyetler saraylarda, konak ve evlerde, tekkelerde, kahvelerde sürdürülmekteydi. Türkçenin bu dönemden itibaren Arapça ve Farsça unsurlar bakımından manzarası hayli renklidir. Dilin sadeliği veya ağırlığı, tarzdan tarza, sanatçıdan sanatçıya, eserden esere, hatta konudan konuya değişmektedir. Meselâ binlerce yıllık bir geleneğin temsilcileri olan âşıkların Türkçesi, edebî zevk sahibi herkesin anlayabileceği kadar Arapça ve Farsça unsurlar taşır. Bunlardan şehir kültürüne yakın olanların dilinde klâsik şiirin ve tasavvufun etkisiyle yabancı unsurlar biraz çoğalsa da, bu durum anlaşmayı engellemez. Tekke şiirinde ise işlenen konular gereği yabancı unsurlar biraz artmakla beraber bu tarz şiir, dili geniş kitlelerce anlaşıldığı için rağbet bulmuştur. Özellikle saray ve çevresinde gelişen edebî tarzın dili, genellikle diğerlerine göre daha fazla Arapça ve Farsça unsurlarla yüklüdür. Meselâ Veysî ve Nergisî’nin ağır diline karşılık, Nâima ve Raşit gibi tarihçilerin dili daha sadedir. 16. yüzyıl sanatçılarından Lâmiî Çelebi’nin hüner göstermek için yazdığı Münâzara-i Bahâr u Şitâ’sının dili ağır, Molla Câmi’den halk için Türkçeye çevirdiği Nefâhatü’l-Üns’ünün dili sadedir (Levend,1972:19,21,22).

    Divan şiiri temsilcilerinden bazılarının, meselâ Meâlî ve Zaîfî’nin (16. yüzyıl), Nedîm’in (18. yüzyıl) hece vezni ile yazdıkları şiirlerin dili sadedir (İsen, 1991:20,21). Tarih ve tıp kitaplarındaki yabancı unsurlar, dinî eserlere göre daha azdır. Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi’nin dili sadedir. Arapça ve Farsça unsurların bütün edebî faaliyetlerde aynı oranda olmaması ve bunların birçoğunun halk kültürüne nüfuz edememesi, Tanzimat’tan itibaren yoğunlaşacak olan sadeleştirme çabalarının başarıya ulaşmasında önemli faktörler olmuştur.

    Aydınların zaman zaman Türkçedeki Arapça ve Farsça unsurların hâkimiyetine tepki gösterdiklerini biliyoruz (15. yüzyılda Aydınlı Visalî,16. yüzyılda Tatavlalı Mahremî, Edirneli Nazmî ve başka aydınlar). Ancak sosyal ve siyasî şartlar henüz olgunlaşmadığı için tepkiler sesgetirmedi ve Türkçe 19. yüzyıla bu sorunla girdi.

    Tanzimat’ın sosyal hayata getirdiği değişikliklerin dili etkilememesi mümkün değildi. Yeni kurumların tesisi, bürokrasi-halk ilişkilerindeki yakınlık, Tanzimat’ın getirdiği fikirleri halka ulaştırma, onları bilgilendirme ihtiyacı ve matbaanın yayın hayatında sağladığı kolaylık, yazı dilini de değişime zorluyordu. Artık dilin sadeleştirilmesi, aydınlar için bir an önce çözülmesi gerekli sosyal bir mesele hâline gelmişti. İşe gazeteden başlandı. Çünkü yeni yüzyılın Osmanlı’ya getirdiği bu önemli vasıta ile en kolay, en çabuk halka ulaşılabilecek, halk aydınlatılabilecekti. Hükümdar, Takvim-i Vekâyî’nin dilinin daha anlaşılabilir olması için uyarıda bulunuyor; Şinasî, Tercümân-ı Ahvâl’in mukaddimesinde “Umum halkın kolaylıkla anlayabileceği” bir dilden bahsediyordu (Levend, 1972:83). Gerçekten de sadeleştirme fikri en çok gazetede uygulama alanı buldu. Bu bakımdan gazetenin Türk dilinin sadeleşme tarihinde önemli bir yeri olduğunu belirtmekgerekir.

    Türkçenin sadeleştirilmesi fikri, Tanzimat döneminde pek çok aydın tarafından hararetle desteklenmesine rağmen, bunun eserlere yansıması aynı hararetle olmadı. Namık Kemal‘in Türkçenin sadeleştirilmesi konusunda çeşitli makalelerinde dile getirdiği fikirlerle Ziya Gökalp’in Türkçülüğün Esasları adlı eserinde yer alan görüşler arasındaki benzerlik, dikkat çekicidir. Ancak Namık Kemal, bir mektubunda bu düşüncelerini uygulamaya yansıtamadığını, “tezyin-i elfaz”dan, yani sözleri süsleme alışkanlığından bir türlü vazgeçemediğini itiraf eder (Karahan, 1989 :29).

    Tanzimat’ın bürokrasi dilini sadeleştirmekte de ne kadar zorlandığı anlaşılıyor. Meselâ Âli Paşa, Hariciye Nezaretindeki kâtipleri yalın ve açık yazmaya alıştıramayınca çareyi yazıları önce Fransızca olarak kaleme aldırıp, sonra onları Türkçeye çevirtmekte bulmuştur. (Levend, 1972:142). 19. yüzyılın ikinci yarısına hâkim olan sadeleştirme fikrine rağmen Edebiyat-ı Cedîdecilerin -son eserleri hariç-bu çabalara hiç katkıları olmadı. Eski Arapça köklerden yeni kelimeler, yeni tamlamalar yaptılar, sözlüklerden eski kelimeler çıkarıp kullandılar. Bu arada Fransızcadan birçok kelime, Tanzimat ve sonrasında Batı ile yoğunlaşan ilişkiler sonucu dilimize yerleşti.

    20. yüzyılın ilk on yılı, dilimizdeki yabancı unsurlar konusunda üç farklı görüş temsilcisinin gazete ve dergilerdeki tartışmalarına sahne oldu. Mevcudu muhafaza etmeyi savunanlar, sadeleştirmenin gereğine inananlar ve dildeki bütün yabancı unsurları tasfiye etmek isteyenler… Her alanda Türkçenin sadeleştirilmesinin büyük bir ihtiyaç hâline geldiği gerçeği, zamanla diğer görüş sahiplerinin birçoğunu sadeştirme taraftarlarının safına geçirdi. Dönemin edebiyat anlayışına uygun olarak birçok aydın, millî bir edebiyat için millî bir dil gerektiğine işaret ediyordu. 1911’de Genç Kalemler dergisinde Ömer Seyfettin, Ali Canip ve Ziya Gökalp tarafından başlatılan “Yeni Lisan Hareketi“nin amacı böyle bir millî dil yaratmaktı. Hareket, “yazı dilini konuşma diline yaklaştırmak” esasına dayanıyordu. Bunun için Türkçede karşılıkları olan Arapça, Farsça kelimelerin ve terkiplerin atılması, dilin Arapça, Farsça gramer kurallarından temizlenmesi gerektiği savunuluyordu. Bu görüşler çok kısa zamanda edebiyat çevrelerinde tesirini göstermeye başladı. Çünkü şartlar olgunlaşmıştı, çünkü teklif edilen dil, yeni bir dil, yapma bir dil değildi. Herkesin bildiği ama yüklerinden arınmış bir dildi ; yaşayan bir dildi.

    Yakup Kadri, sadeleşmiş bu dille eserler verdi. Refik Halit, Reşat Nuri, Halide Edip, Faruk Nafiz bu dili kullanarak Türk edebiyatının seçkin isimleri arasında yer aldı. Cumhuriyet’e girdiğimizde bu dili kullanıyorduk.

    Dilin sorunları, Cumhuriyet döneminde de aydınların zihinlerini meşgul etmeye devam etti. 1932’de başlayan “Kurultay”lar süreci ile Türkçe sık sık gündeme geldi. Atatürk, dilin “yabancı diller boyunduruğundan kurtarılması, geliştirilmesi, zenginleştirilmesi” gereğine inanıyordu. Yüzyılın başlarında aydınlar arasında tartışılmış, ancak pek rağbet bulmamış bir metot, tasfiyecilik metodu 1932’den itibaren uygulamaya konuldu. Üç yıllık bir çalışma, bu metodun sadeleştirme çalışmalarında doğru bir metot olmadığını gösterdi. Çünkü dilimizden sadece gerçekten Türkçeleştirilmesi gereken kelimeler değil, artık yabancılığı hissedilemeyecek kadar bizim olmuş kelimeler de uzaklaştırılmaya çalışılıyordu. Türk milletinin ahlâkının, geleneklerinin, hatıralarının, menfaatlerinin kısaca kendi milliyetini yapan her şeyinin dili sayesinde muhafaza olunduğunun bilincinde olan; Türk dilini, Türk milletinin kalbi, zihni kabul eden bir anlayışın böyle bir metotta ısrar etmesi mümkün değildi. Atatürk, her dil için zararlı olan yabancı dil unsurlarıyla mücadele ölçüsünün ne olabileceğini bu uygulama sonunda görmüştü. Devrin aydınlarının; Falih Rıfkı, Abdülkadir İnan, Yakup Kadri’nin bugüne yansıyan hatıralarından Atatürk’ün bu konudaki fikirlerinin üç yıl sonra değiştiği anlaşılıyor. Ayrıca Ulus’taki yazılarından da Atatürk’ün değişen fikirlerini anlamak mümkündür (Ercilasun, 1994: 85-90). Daha da önemlisi Atatürk’ün 1936 öncesi ve sonrası söylediği nutuklar arasındaki dil farkı, onun tasfiyecilikten vazgeçtiğinin en sağlam delilidir. Bilim, teknik, sanat gibi özel alanların kavramlarını karşılayan terimlerde ise yabancılık sorunu geçmişte olduğu gibi Atatürk döneminde de mevcuttu. Atatürk, terimlerin Türkçeleştirilmesi konusunda büyük çaba gösterdi. Birçok Türkçe matematik terimi teklif ederek, hatta bu terimlerle bir geometri kitabı yazarak bu yolda öncü oldu (Korkmaz,1992: 414-418).

    Atatürk’ün sonuçlarından memnun kalmayarak vazgeçtiği tasfiyecilik, onun ölümünden sonra sürdürüldü ve yabancılığı hissedilmeyen, kültürümüze mal olmuş kelimelerin birçoğu dilden uzaklaştırıldı. Yeni kelimeler, hızlı iletişim teknolojisiyle çok kısa zamanda yaygınlaştı ve toplumun genel kabulleri arasına girdi. Son zamanlarda ise dilimiz, bilim ve teknoloji yoluyla giren ve konuşma diline kadar nüfuz eden bir “batılı kelimeler” istilasıyla karşı karşıya. Geldiğimiz bu noktada, 20. yüzyılın ikinci yarısının nesli, birinci yarısının dilini anlamakta artık güçlük çekiyor. Türkçe, dün Arapça ve Farsçaya karşı bir statü sorunu yaşamıştı. Bugün İngilizceye karşı yaşıyor. Dün Arapça ve Farsça kelimelerin yoğunluğundan bunalmıştı. Bugün İngilizce kelimelerin. 13. yüzyıldan günümüze pek çok şey değişti ama dile sahip çıkma konusunda değişenfazla bir şey yok.

    * Prof. Dr. Leylâ KARAHAN, Kırgızistan-Türkiye Manas Üniversitesi Öğretim Üyesi

    KAYNAKLAR:

    ERCİLASUN Ahmet Bican., Atatürk’ün Kaleminden Çıkan Yazılar, Türk Dili, sayı: 512, Ağustos 1994.
    İSEN Mustafa., Âşık Edebiyatının Kaynağı Olarak Divanlar, Millî Folklor, sayı:12, 1991.
    KARAHAN Leylâ., Namık Kemal’in Türkçenin Sadeleştirilmesi Hakkındaki Düşünceleri, Gazi Eğitim Fakültesi Dergisi, 1989, C.V, sayı: 1.
    KARAL Enver Ziya., (1992), “Osmanlı Tarihinde Türk Dili Sorunu”, Bilim, Kültür ve Öğretim Dili Olarak Türkçe, Ankara.
    KORKMAZ Zeynep., Atatürk ve Türk Dili -Belgeler-, Ankara 1992.
    LEVEND Agâh Sırrı., (1972), Türk Dilinde Gelişme ve Sadeleşme Evreleri, Ankara. TOPARLI Recep, ÇÖGENLİ Sadi, YANIK Nevzat H., (1999), “El-Kavanînü’l-Külliye li-Zabti’l-Lügati’t-Türkiyye”, Ankara.
    WİDMANN Horst., (1981), Atatürk Üniversite Reformu, Çev.: Prof. Dr. Aykut Kazancıgil, Dr. Serpil Bozkurt, İstanbul.
    YAHYA KEMAL., (1971), Edebiyata Dair, İstanbul.

    Yazı kaynağı : www.turkedebiyati.org

    Yorumların yanıtı sitenin aşağı kısmında

    Ali : bilmiyorum, keşke arkadaşlar yorumlarda yanıt versinler.

    Yazının devamını okumak istermisiniz?
    Yorum yap