aydınlanma felsefesinin klasik dönem müziğine etkisi
aydınlanma felsefesinin klasik dönem müziğine etkisi Ne90'dan bulabilirsiniz
Aydınlanma Dönemi: Müzik
Aydınlanma döneminin müziğe etkisini anlatmaya başlamadan evvel kısaca Aydınlanma Çağı’nın ne zaman başladığını ve ne olduğunu yeniden hatırlayalım. Aydınlanma Çağı, öncesinde gerçekleşen Rönesans ve Reform hareketlerinden etkilenerek aydınlanma düşünürlerinin de tesiriyle meydana gelmiş 18.yy hareketidir. Temel amaç; eski, geleneksel, değişmez kabul edilen bütün önyargıların yerini yeni bilgiye bırakmaktır. Artık eskimiş olan her şeyi bir kenara bırakıp yeniye kavuşma hasreti içerisindeki düşünürlerle karşılaşmaktayız. Haliyle gelenekçi bakış açısı bir kenara bırakılırken din ve tanrı merkezli düşüncelerin yerini de aklın aldığını görmekteyiz. Artık ideal olan aklın aydınlattığı doğru ve bilgilere dayanan entelektüel bir kültürün egemen olması ve bu kültürün sonsuz bir şekilde ilerlemesidir. Bu ilerleme ideali, insanı geleneğin köleliğinden kurtaracak ve sürekli mutluluk ve özgürlük yolunda geliştirecektir.
İnsanın varoluşundan beri onu yalnız bırakmayan arkadaşı müzik de insanın düşünsel yapısından her zaman etkilenmiştir, desek yanlış olmaz. Aydınlanma Çağı gibi devrimsel bir dönüşümden müzik de nasibini fazlasıyla almıştır. Tabi ki aydınlanmadan önceki bilhassa Rönesans hareketlerini hiçe saymak yanlış olur. Rönesans’ın Aydınlanma Çağı’na müziği taşımasıyla müzik, devasa bir değişime uğramıştır. Artık yeni anlayışa göre bilim, sanat, din ve tüm kurumlar bireye hizmet etmeli, sıradan insana seslenebilen kültürel etkinlikler düzenlenmelidir. Önceden salt soyluya ait olan sanat ve kültür dünyasında artık orta sınıfın da dinleyici ve yorumcu olarak yer almaya başlamasıyla, etkinliklerde orta sınıfın beğenisi de gözetilmeye başlanmıştır. 18.yy, insanın birey olarak değerlendiği, insancıl düşüncelerin öne çıktığı bir dönemdir. Seçkin insanlardan ziyade halk kitleleri önemli olmaya başlamıştır. Tüm bu sebeplerledir ki sokaktaki insan da gündelik yaşamı ile sanata dahil olmalıdır, anlayışı dalga dalga yayılmaya başlamıştır. İlk kez soyluların saraylarının dışında halk konserleri yapılmaya başlanır. Toplumun yeni yapısına göre bahçede, sokakta, açık havada çalınmak üzere eğlenceli ve nükteli canlı müzik biçimleri doğar. Bu hafif türler Barok orkestra süiti ile Klasik Senfoni arasında köprü kurar. Müzik yalınlaştığı için amatör müzisyenler de seslendirmede yer almaya başlarlar. Bu yalınlaşma doğayı olduğu gibi, zarif bir anlatımla yansıtmayı, gerçeğin seslerini duyurmayı beraberinde getirir. 18.yy sonlarında müzik, herhangi bir kalıbı örnek almaksızın kendi doğal akışı içinde güzel olanı yansıtmalıdır. Teknik karmaşayı yenmiştir. Bu yüzyılın ortasındaki ve sonundaki ideal müzik, uluslararası bir dil sergilemeli ve eğlendirebildiğince soylu olmalıdır. Sıradan ama duyarlı bir kulağa hemen seslenebilecek kadar yalın olmalıdır. Aydınlanma Çağı’nın ilk evreleri bu sadelikle gelişirken birden Barok Dönemi’ndeki barok kelime anlamındaki gibi ‘düzensiz’ bir müzik yapısı meydana gelir. Bu şu demektir: artık hem halk, müziğe ulaşabilmektedir hem de soylular gösteriş aracı olarak müziği kullanmaktadırlar.
Rönesans Dönemi müziğinin en bariz özeliği tüm çalgıların aynı anda başlayıp aynı anda bitmesidir. İşte bunun gibi aydınlanma dönemindeki bu sadelik ve tek düzelik artık sıkıcı gelmeye başlamıştır. Aydınlanma Çağı’nın en önemli parçası olan Barok Dönem’le birlikte müzik ‘kontrast’ kavramıyla tanışır. Aynı tınılardaki çalgılar birbirleriyle savaşırcasına, birbirlerine karşı gelircesine yapıtta yerlerini alırlar. Klasik dönem sanatçıları bile her ne kadar Barok dönemindeki yapıtları karmaşık, süslü, zevksiz ve mübalağalı bulsalar ve ‘barok’ kelimesini aşağılayıcı olarak kullansalar da kendi kullandıkları ve günümüze kadar uzanan birçok armoni kuralını bu dönemin ustalarından öğrenmişler ve yer yer kopyalamışlardır. Bu dönemdeki kontrastlar, konçertolar devrini de başlatmış olur. Müziksel ifadeyi güçlendirmek için kullanılan ses düzeyinin alçalıp yükselmesi Barok dönemde keşfedilen ve gelişen işaretlerle başlar. Oysa Orta Çağ’da ve Rönesans’ta ses şiddeti hep aynı kullanılmaktaydı. Piyano (düşük ses), forte (gür ses) terimleri ile yapıtlarda ses şiddetinin önemi ve katkısı görülmeye başlar.
Barok dönemin diğer bir yeniliği bu döneme kadar olan müzikal yapıda bulunmayan ve yapıtın başka bir bölüme geçeceğini veya biteceğini belirten bir olgunun kullanılmasıdır. Yani yapıtlarda kapanışlar ve geçişler daha kuvvetli bulunur.
Kontrastlar üzerine kurulan barok müzikte ritmik yapıda da büyük gelişmeler olur. Rönesans’tan Barok müziğe sıçrayan metine bağlı müzikal anlatım, konuşma dilindeki vurguların mübalağa edilmesine kapı aralar. Barok dönemde doğan opera ve kantatlar son zamanlarda da aynı ilkeye bağlı kalarak abartılı bir dille seslendirilirler. Barok dönemle birlikte çalgı müziği de büyük bir ilerleme gösterir. Solo çalgılar için bestelenen eserler çoğalır. Ses müziği ve çalgı müziğinin birleştirilmesi de bu dönemde filizlenir. Eşlik görevindeki sürekli bas sesleri ve insan sesi birleşir. Kontrast oluşturmak amacıyla eşlik çalgıları tek düze hareket ederken vokal hareketli ve süslü davranır.
Monteverdi’nin opera yapıtları ve madrigalleri, barok dönemin ilk vakitlerinin doruk noktası olmuş ve daha sonra gelecek müziğe öncülük etmiştir. Dinsel bir tema üzerine heyeti dramatik yapıtlar olan oratoryolar kökünü Roma’dan alırlar. Avrupa’ya dağılması ise Alman-İngiliz bestekar George Frederic Handel sayesinde olmuştur. Bugüne kadar gelmiş geçmiş en önemli oratoryo olan Messiah oratoryosu G.F. Handel tarafından İngiltere’de bestelenmiştir(1741). Sonat, kendini barok dönemin ilk vakitlerinde bulmuş bir başka müzik tarzıdır. İtalya’da sonat, yavaş ve hızlı dans parçalarından oluşan yapıt veya yavaş-hızlı kontrastlarıyla gelişen eserlere denirdi. İtalya’nın dışında süit ismi verilen dans parçaları yaratılmaya başlanmıştır. Süitler büyük bir gelişimin habercisi olsalar da sonatlar kadar önemli bir kilometre taşı değillerdi.
17.asrın sonlarına doğru -ki bu dönem barok dönemin ortalarına tekabül eder- sonat, konçerto grosso şekline dönüştü. Solist grup çoğunlukla küçük konçertolardan (iki keman ve solistten) oluşurdu. Daha sonra ise konçertoya (çoklu orkestraya) dönüştü. Dönemle özdeşleşmiş isim Johan Sebastian Bach, Batı müziğinin de temel taşı sayılır. Bu anlamda tabi ki Bach’ın Brandenburg Konçertoları, konçerto grosso stilinin kuşkusuz bu dönemdeki en iyi örneklerinden olduğunu söyleyebiliriz. Ayrıca en az Bach’ın olduğu kadar Antonio Vivaldi’nin solo konçertoları da bu dönemin en önemli örneklerindendir.
Johan Sebastian Bach’ın ses aralıklarını eşitleyerek dengelemesi bugünkü piyano ile birlikte ezgiye değişik seslerle uyumlu bir biçimde eşlik etme olanağını yarattığı gibi iki ezginin üst üste bindirilmesinden elde edilen uyum(armoni) üzerinde araştırmalara da olanak sağlamıştır. Bach’ın o inanılmaz güzellikteki Re Minör ‘Toccata ve Füg’ünün adındaki ‘fuga’ sözcüğü İtalyanca’da araştırma anlamına gelir. Zaten ‘fuga’ yerine ‘ricerca’ da denir. Bach’ın bu uyum kurallarını araştırırken tıpkı bir matematikçi gibi nota defterinde beş çizgiden oluşan porte üzerindeki örneğin yatay bir eksene göre ya da ezginin bir yerinde bir zamana yerleştirdiği düşey bir eksene göre bakışımlardan (simetrilerden) yararlanarak-bilgisayar kodu üretir gibi- fügler üretmiştir.
Sonat, konçerto ve vokal formlarının gelişiminin ortalarında, barok dönemin bir başka önemli özelliği ortaya çıkmaya başladı: Tonalite. 16. asrın ortalarında daha önceki kilise modları, yeni anahtar bağları konseptiyle yer değiştirmeye başlar. Barok dönemle birlikte besteciler, bir anahtardan diğerine atlamaya başlarlar. Giderek anahtarlar arasındaki bağ ve geçişler bir sistem halini alır. Bach’ın iyi düzenlenmiş Klavye(Well-tempered clavier) isimli eseri bu bağı anlamak için iyi bir örnektir. Bu eser ayrı olarak iki önemli barok özelliği yapısını da içerisinde barındırmaktadır: Prelüd ve füg.
Bu dönemdeki çalgılara değinecek olursak iki önemli enstrümandan söz ederiz: klavsen ve harpsikort. Bunlar seslerin hafif veya kuvvetli çıkmasına imkan sağlamayan bir düzeneğe sahiptirler. Oysa barok dönemde gelişen müzikal anlatımı güçlendiren müzik simgeleri ve o dönemde ihtiyaç duyulan hafif ve kuvvetli çalımlar önemli bir öğe halini aldı. Bu dönemdeki bir diğer önemli bir gelişme piyanonun icadıdır. Piyano, halk önünde çalınarak tanıtılmış, bir senfonik yapıtta iki ya da üç soliste yer verilerek konsertant senfoni biçimi geliştirilmiştir. Ancak bestekarlar piyano için eser yazmamışlardır. Klavsene göre cılız bir sese ve sert tuşlara sahip piyanoya eser veren ilk besteci Muzio Clementi’dir. 1773’te daha on sekiz yaşındayken piyano için üç sonat yazmış, çalgıyı popüler hale getirmiştir. Bach gibi tanınmış barok dönem bestecilerinin günümüzde piyanoda çalınan eserleri aslında piyano için yazılan eserlere pek rastlamaz. Dolayısıyla ‘piyano’ ve ‘forte’ gibi nüanslar ve ‘staccato’ gibi çalım tekniklerinin hiçbiri o dönemde yazılan piyano eserlerinde yoktur veya çok azdır. 1760-1780 yılları arasında senfoni orkestrasında 25-35 yorumcu yer alır. Temel çalgılar yaylılardan oluşur, üflemeliler onların sesini güçlendirmek için kullanılır. Aydınlanma Çağı’nın sonunda üflemeliler de kendine özgü bir yer edinir.
Bütün bu değişiklikler birbirine paralel olarak gelir ve barok dönemi oluştururlar. Eski kaidelerden ve polifonik takıntılardan kurtulmak, yeni bir tarz yapma gereğini doğurdu. Bu da kadanslar ve armonik geri planlar üzerinde doğal olarak solistlik yapan melodiyi ortaya çıkardı. Bu armoniler de zincirlemeyi beraberinde getirdi. Tüm bu armonik gelişimler haliyle ritmik gelişmeleri de doğurmuş oldu. Bas bölümleri, Orta Avrupa dans müziğinin tipik ritimleriyle kaynaştı. Barok dönem çağdaş müzikal dilin gelişiminde şüphesiz en mühim dönem olmuştur. Bu bir buçuk asır içerisinde müzikal formlar değişip geliştikçe bir yandan da daha sonrasının ve bugünün müzik standartlarını belirlemeye başlamıştı. Tonalite ve akor tonlaması çok büyük önem taşımaktadır. Bir başka önemli özellikse müziğin bu dönemde evrensel bir dil taşımaya başlaması, ulusallıktan çıkıp tüm dünya ve Avrupa’ya seslenmesidir.
Söz konusu Aydınlanma Çağı olunca operadan bahsetmemek mümkün değil. Opera, Aydınlanma’dan çok öncesinde zaten filizlerini vermeye başlamıştı. Tarihteki ilk opera, İtalya’da Jacopo Peri’nin bestelediği Daphne operasıdır. Ancak operayı geliştirip tüm dünyaya yayılmasını sağlayan yine İtalyan besteci Claudio Monteverdi’dir. Viyolasıyla danslara eşlik edip madrigallerde şarkı söyleyen Monteverdi, bu ilk operayı duyunca çok heyecanlanır ve 1607’de Orfeo’yu besteler. Bu operanın büyük bir başarı kazanıp saraylardan bu konuda yoğun istekler gelmesi üzerine Monteverdi bu işe daha çok ağırlık verir. Böylece dramatik etkinin yüksek olduğu, orkestranın şarkılara eşlik ettiği operalar doğmuş olur.
17.yy’ın başlarında operanın İtalya’da gördüğü büyük ilgi diğer Avrupa ülkelerinde yaygınlaşmasını sağlayamamıştır. İspanya’da ‘Zarzuella’ denilen bir opera türü ortaya çıkmış, İngiltere, Fransa ve Almanya bu yeni oyunlu müzik biçimine ilgi göstermemiştir. İngiltere; İtalyan ve Fransız örneklerinden alınmış çalgılı, oyunlu, danslı, eski ‘Masque’ (maske) oyunları geliştirmiştir. Operanın Fransa ve İngiltere’de filizlenişi 1670’li yıllara, Almanya’da 1700’lü yılların sonrasına rastlar. Opera, yüzyıllar boyunca İtalyan müzikçilerin öncülüğünde gelişen bir sanat olarak kalmıştır. Genellikle Avrupa’nın diğer ülkeleri İtalya’nın izinden gitmiştir. Fransa’da ilk opera 14. Louis’nin emriyle Jean-Baptiste Lully’nin Moliere ile işbirliği sonucunda ortaya çıkan dans ağırlıklı, müzikli sahne eseri olarak tanımlanabilecek ‘balad opera’, halka açık temsiller yapmaya başlamıştır. Operada uvertürü yerleştiren ilk besteci de Lully’dir.
İngiltere’de opera Henry Pursell’in İtalyan üslubu operaları sayesinde özgün ve derin melodik niteliğiyle değer kazanmıştır. Purcell, semi-opera(yarı opera) denilen bol müzikli tiyatroyu literatüre kazandırmıştır.
Alman besteci Handel, İngiltere’de İtalyan stili opera yazarken, Almanya’da opera 17.yy’ın ilk çeyreğinde İtalyan ve Fransız stillerinin egemenliğinde gelişmiştir. İlk Almanca opera olarak 1644 yılında Staden tarafından yazılan ‘Seelewig’ adlı eser gösterilebilir. 17.yy’ın son çeyreğinde İtalya’da Venedik opera hareketi son bulmuş, Napoli opera stili İtalyan opera sanatına yeni bir soluk getirmiş ve ‘bel canto’ (güzel şarkı söyleme sanatı) geleneğini geliştirmiştir. Bel canto söylemek 18.yy Napoli operasında geliştiği için ‘napoliten’ adını almıştır. 18.yy’a kadar kadının sahneye çıkması, koro içine bile kadın sesi alınması yasaktı. Bu dönemde ‘castrato’ adı verilen hadım edilmiş ve böylece soprano sesini koruyabilmiş erkek sanatçılar İtalyan operasında gelenek haline gelmiştir.
Aydınlanma Çağı’nın derinlemesine yaşandığı 18.yy’da opera, ‘opera seria’ (ciddi konulara eğilen opera), ‘opera buffa’ (güldürü ağırlıklı opera) ve daha sonrasında ‘grand opera’ (gösterişli, büyük opera) türlerinde gelişim gösterdi. 18.yy’ın ilk çeyreğinde libretto yazılmasında en büyük etken İtalyan akademileriydi. Gerek operada gerekse tiyatroda uzun soluklu eserlerin perde arasına hafif interlüdler, diyaloglara dayalı komediler, skeçler veya danslar koymak, yerleşmiş bir gelenekti. Intermezzo denilen bu skeçler çok kısa zamanda başka şehirlere yayıldı. 1710’lara gelindiğinde opera seria prodüksiyonlarının çoğunda intermezzo bulunuyordu. Türün başarılı örneğini Pergolesi’nin ‘La Serva Podrana’ adlı intermezzosu birçok İtalyan ve Fransız besteci üzerinde etki yaparak ‘Opera Comigue’in doğmasına yol açtı.
Opera din dışı müziğin ilk örneği olarak daha 16.yy’da Floransa’da ortaya çıkmıştı. 17.yy’da opera sanatına İtalyan sanatçılar hakim oldu ve nihayetinde 18.yy’da görüldüğü gibi opera hakimiyeti İtalyanlardan Alman sanatçılara geçmiştir. Bunlardan en önemlileri Cristoph Gluck ve tabi ki Wolfgang Amadeus Mozart’tır. Yüzyılın ortalarına doğru Avrupa’nın müzik merkezi İtalya ve Almanya’dan Avusturya’nın başkenti Viyana’ya geçmiştir.
Aydınlanma felsefesi Haydn ve Mozart’ı hazırlamış ve bizlere bıraktıkları muhteşem eserlere vesile olmuştur. Dönemin dünya tarihine etkilerinin yanında müzikteki bu devrimsel dönüşüme ve gelişime olan katkısı çok etkileyicidir. Bildiğimiz anlamda günümüz müziğinin temelinde Aydınlanma Çağı’nın düşünsel gelişimleri yatmaktadır.
KAYNAKÇA:
KİTAPLAR
-Sanatın icadı-Larry Shiner 2013 Ayrıntı Yayınları
-Candide-François Marie Arouet(Voltaire) 2014 Arya Yayıncılık
-Aydınlanma-Dorinda Outram 2007 Dost Kitabevi
-Gargantua-François Rabelais 1973 Cem Yayınevi
-Opera Tarihi ll-Cevad Memduh Altar 1975 Milli Eğitim Basımevi
MAKALELER
– Müzik Tarihi- TC. MEB Hayal Sahnesi Sanat Kursu
-Klasik Batı Müziğinin Geçirdiği Dönemler- Dr. Yalçın Güran
-Aydınlanma 5- Füsun Kavrakoğlu
-Opera Tarihi
-Çok Sesli Müzik ve Topluma Etkileri
Yazı kaynağı : www.tesadernegi.org
"Aydınlanma, müziği etkilemiş"
"Akl-ı Selim'in Müziği" başlığı nereden aklınıza geldi?
Bir toplantıda, 1789'un altına bir başlık atmayı düşünürken aklıma geldi. Bu tür başlıklar, aslında bir fikrin zihninizde olgunlaşmasıyla ortaya çıkıveriyor. 1789'u açıklayan bir şey düşünürken, "Akl-ı Selim'in müziği" çıkıverdi. Akl-ı Selim'i hem 3.Selim ile ilgilendirerek, hem de Aydınlanma-akıl çağını simgeleyen bir başlık olduğu için kullandım.
Aydınlanma aklı, 'selim' bir akıl mı? Aydınlanma ve müzik arasında nasıl bir ilişki var?
Aydınlanma ve müziğin aslına bakarsanız epey ilişkisi var. Çünkü Aydınlanma çağı, Avrupa'da müziğin Barok dönemden Klasik dediğimiz döneme geçişini gösterir. Aydınlanma hareketi, Batı uygarlık tarihinde belli bir süreç sonucunda ortaya çıkmıştır. Bach'ın yaşadığı dönemde Aydınlanma çağı başlamış oluyor aslında. Bach akıl çağının değil, inanç çağının bir meyvesi.
Bach'ın bir Aydınlanma müzisyeni olduğu söyleniyor. Batı düşüncesinde Descartes ne manaya geliyorsa, müzikte de Bach o manaya geliyor gibi tesbitler var Bach hakkında. Söylediğiniz gibi Bach aynı zamanda inancı temsil eden bir kilise organisti.
Bach'ın inancı temsil etmesi konusuna dikkat edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Çünkü Bach döneminde - ki bu Mozart ve Haydn'a kadar gidiyor- bir besteci, bir aristokratın veya kilisenin emrinde çalışan bir insan. Profesyonel anlamda besteciliği meslek olarak seçen ilk kişi, o da aristokrasinin veya kilisenin emrine girmeyi reddettiği için, Beethoven'dır. Beethoven'dan önce, mesela Mozart'ın bütün hayatı "Şu kiliseye, şu kilisenin orgculuk asistanlığına, şu prensin saray müziğinden sorumlu pozisyonunda kapağı atsam" düşüncesiyle geçmiştir. Çünkü o zaman başka bir hedef yok. Haydn derseniz, -ki Aydınlanma çağının esas bestecisi Haydn'dır- 32 yılını bir Avusturya-Macar prensliği olan Esterhazy'nin sarayında, yemekte hizmet edenlerle ve arabacılarla aynı elbiseyi giyerek ve arka kapıdan girip çıkarak geçiriyor. O prens öldükten sonra saray orkestrası dağılıyor, fırsat bulup İngiltere'ye gidiyor da orada profesyonel anlamda besteclik yapıyor, sanatsal yaratma özgürlüğüne sahip oluyor. Daha sonra Beethoven'da da bu örneği görebiliriz. Bach, zamanında demode bir adamdı, onu da unutmamak lazım. 1750'de öldü Bach; Aydınlanma'nın başlamasına sebep olan Descartes ve Newton gibi adamlar, 17. yüzyılın sonunda yaşadılar. Yani Bach daha doğduğunda Newton söyleyeceğini söylemişti. Bach, zamanında küçümsenirmiş. Aydınlanma fikirleri almış başını gidiyor. Yine de Bach'a "inancın müzisyeni" gözüyle bakmamak gerek. Çünkü profesyonel bir besteci olarak, nerede iş bulduysa orada çalışmış.
III. Selim, bir "Bilge kral"
Fransız Devrimi ile III. Selim'in saltanatı aynı tarihe rastlıyor. Siz bu dönemde, iki kültürde ve toplumda karşılıklı birtakım etkilenmeler olduğunu söylüyorsunuz. Bu etkilenmeler, müzikte de yaşanmış mı ?
Müzikte bir etkilenme yok tabii ki. Bu iki toplum, 1789 yılında çok önemli iki dönemeçten geçiyor. Osmanlı'da ilk defa bir aydın padişah başa geçiyor. O dönemde birçok ülkede, aydın yöneticiler işbaşına geçiyor. Ben Osmanlı'da bu gelişmelerin bir paralelini görüyorum. 3. Selim adeta Eflatun'un sözünü ettiği gibi bir "bilge kral". Aydınlanma çağında bence Osmanlı'da da bu görülüyor. Şairliği ve sanatçılığı ön planda olan bir bilge padişah iş başına geçiyor. O zaten Osmanlı İmparatorluğu'nun yüzünü Batı'ya çeviren kişi. Yalnızca Batılılaşma olarak görmek de doğru değil. Kurumsallaşma da o dönemde başlamış. Akıl çağı ile, akl-ı selim ile 3. Selim'in daha önceki sultanlarda olmadığı kadar, açık bir bağlantısı var. O zamanlar Fransa ile ilişkiler de o kadar düzgün değil. Ama 18. yüzyılın sonlarına doğru İstanbul'da önemli şeyler olmaya başlıyor, konserler düzenleniyor, bir değişim yaşanıyor. 3. Selim'den öğrenmemiz gereken ve benim önemsediğim bir özelliği var, o da şu: Şiddeti reddetmiş olması. Bugün toplumun her katmanında, aile içinde, askerde, polisle ilişkilerde, birtakım şeyleri şiddetle halletmek gibi bir eğilim var. Bu, aslında bir kısır döngü. 3. Selim, zamanında bunu reddetmiş. O da biliyordu şiddete başvurarak birtakım şeyleri kolayca halletmeyi. Bunu yapmamış. Bunu bir zaaf olarak görürler. Bence 3. Selim'in bu tavrından, bugünkü Türkiye'nin ders alması gerekir.
'Önemli olan Kendimizi sorgulamak'
Geçen yıl "Mehter'den Mozart'a Alla Turca" ydı başlık, bu yıl "Akl-ı Selimin Müziği". Etkinliklerin başlıkları ve dikkat çektiğiniz noktalar, etkilenme ve karşılıklı alışveriş dönemlerini anlatıyor.
Ondan çok, kendimizi sorgulamak aslında benim önemsediğim şey. "Biz kimiz ?", "Ne kadar doğuluyuz, ne kadar batılıyız, neden doğulu olmak konusunda bir aşağılık kompleksi içinde olalım, batının önünde neden boynu bükük duralım ?". Bugünkü Türk insanının, hem yerel, hem evrensel, hem de bölgesel bir çerçeve içinde kendisini iyi hissedebileceği bir kimliğe sahip olabileceğine inanıyorum ben. Birtakım şeyleri sorgulamamanın yolu bu. Bence bir sanatçının amacı, o kimliğin ne olduğunu kendi sanatı yoluyla ve kendi iyi bildiği bir dil aracılığıyla sorgulamak olmalı.
Geçen yıl ve bu yılki konserlerde ortak bir isim ve topluluk var: Arkın Ilıcalı veya Mercan Dede. Ilıcalı, bir tür tasavvuf müziği yapıyor. Tasavvuf müziğine ilginç bir yorum getiriyor. Neden iki konserde de tasavvuf müziği var?
Geçen yıl, Osmanlı müziğinin batıyı nasıl etkilediği üzerinde durmaya çalıştık. Mozart'ın az bilinen eserlerini çaldık. Bunun dışında tasavvuf müziğinden yola çıkarak onun "etnik caz" diyebileceğimiz çağdaş dile uzantılarını araştırdık. Aslında bu yılki konumuza daha da uygun Mercan Dede'nin yaptığı. Çünkü 3. Selim bir sufi padişah. Aynı zamanda Ney üfleyen bir derviş. Mercan Dede'nin de hem kendi kişiliği, hem çıkış noktası, hem iyi bildiği iki dünyayı kaynaştırabilmek açısından oldukça uygun. 3. Selim, "Aydınlığa açılan pencere-Selimname" adını verdiğimiz gösteri, Neyzen'den dervişe Selim'in öyküsünü anlatıyor. Geçen yılki Mercan Dede konseri, bir şeyi bozmadan, birinin diğeri için geçiş noktası olabileceğini göstermesi bakımından önemli bir konser idi ve zor bir dengeyi oluşturmuştu.
Yazı kaynağı : www.yenisafak.com
18. Yüzyıl Aydınlanması
Tarih içinde toplumsal yaşam değerleri gün gelip yetersizleşerek canlılığını yitirince, yeni bir düzene yol gösterecek düşünceler aranır. “Rönesans Çağı” ve “18. Yüzyıl Aydınlanması”, işte bu yeni düzen özlemini temsil ederler. 18. yüzyıl aydınlanmasının ana özelliği, laik bir dünya görüşünü bilinçle temel alması, bu görüşü hayatın her alanında gerçekleştirmeye çalışmasıdır. Yüzyılın sonlarına doğru patlayan Fransız Devrimi de söz konusu yeni düşüncelerin toplumsal ve siyasal yaşama uygulanması gereğinin ürünüdür.
Öte yandan doğa bilimlerindeki gelişmeler, insanın düşünme ve değerlendirmede dinsel dogmalara bağlı kalmaktan büyük ölçüde kurtulduğunu gösteriyordu: Laplace’ın gök mekaniğini aydınlatması, fiziğin ısı ve elektrik üstüne araştırmalarla büyük gelişmeler kaydetmesi, kimyanın Lavasier ile gerçek bir bilim durumuna gelmesi, Dr. Jenner’in aşıyı bulması, Fahrenheit’ın termometreyi icat etmesi, doğanın yapısını doğru kavramış olan insanın doğa karşısındaki egemenlik güdüsünü sürükleyen örneklerdendir. Eksik kalan, doğa karşısında başarı kazanan aklı, bu kez kültür dünyasına uygulamak, doğa bilimleri koşutunda kültür bilimlerini de kurarak kültür dünyasını akılla aydınlatıp ona egemen olmaktı. İşte 18. yüzyıla “Aydınlanma Çağı” adının verilmesini sağlayan, bu düşünceden yola çıkarak kültürün bütün alanlarına uygulanmasıdır. Böylece, 18. yüzyılın ilk yarısına kadar uzanan “saray kültürü”, ya da soyluların beğenisini temsil eden eski sanat stilleri geride bırakılmıştır. Artık egemen olan sanat anlayışı “Burjuva sanatı”dır. Şimdi sanat değerlerini burjuvazinin belirlediği yeni bir dönem yaşanmaya başlamıştır. Sanatı toplum yapısı perspektifinden inceleyen Arnold Hauser şöyle yazar:
“O yıllara kadar sanat ve kültür tarihinde önderliğin bir sınıftan başka bir sınıfa bu denli kesin bir biçimde geçmesi, yaşanmamış bir olaydır. Soyluların yerini alan burjuvazi, süslemeciliğin yerine ‘ifadeciliği’ yeğlemiş ve bu derin beğeni farkı, hiçbir dönemde bu kadar belirgin olmamıştır.”
Örneğin, müzikte barok stilin doruğu sayılan Johann Sebastian Bach’tan sonra gelen ilk besteci kuşak, barok stilin ‘skolastik’ olduğunu ileri sürmüştür. Bale sanatının kurucusu Noverre ise cansız, kuru ve ifadesiz olan saray danslarını yererken, çıtkırıldım bir saray dansı olan “Menuet”ye karşı, toplumun benimsediği bir burjuva dansı olan “vals”i yeğlediğini söylemiştir.
Barok müzik stili, itidalli, denetimli bir müzikti. Bunun nedeni de duygusal içeriğin tekdüze işlenmesiydi. “Klasik” olarak nitelenen yüzyılın ikinci yarısındaki müzik ise sürekli iniş çıkışlar, gerilim ve çözülümler, anlatım ve gelişimlerle insana coşku veriyordu. Besteci, sesleneceği yeni toplumun ilgisini çekmek için, daha etkileyici yollara başvurma gerektiğini kavramıştı.
Rönesans’ta olduğu gibi, Fransız Devrimi’ni hazırlayan yıllar, resim sanatında özellikle tarihsel tasvirlere ve kahramanlık konusunu işleyen tablolara duyulan ilginin olağanüstü hız kazandığı bir dönemdir. Sanat tarihçisi Gombrich’e göre, “Fransız devrimcileri, kendilerini dirilmiş Yunanlar ya da Romalılar saymaktan hoşlanıyordu.” Bu eğilimin kaynağında, gücünü tarihsel köklerden alan devrimci coşkunun “klasikleşme” özlemi yatar.
Müzik sanatında ise besteciler, daha keskin etkiler yaratacak sonuçlara yönelmek için, “dramatik” anlatım biçimini kullanmıştır. Dinleyicileri ile ilişkisini kaybetmekten korkan besteci, eserlerini sürekli olarak yinelenen dürtü ve uyarılar dizisi olarak geliştirmiş, anlatım gücü yüksek olan bir duygu yoğunluğundan başka bir duygu yoğunluğuna atlamayı öngörmüştür.
Bu son cümle bana hep Mozart’ı (1751-1796) hatırlatır. Müzikte klasik dönemin bu büyük yeteneğinin kişisel stili, hayattan kesitler sunan bir anlatım biçimidir. Mozart’ın sanatı üzerine derinleşmiş olan bir müzikçimizin söylediği gibi, “Mozart bir öykücüdür. Mozart’ın bütün çalgı müziği eserleri, insanı ve insanın yaşadığı olayları incelikle anlatan duyarlıklı öykülerdir.”
Yazı kaynağı : www.sanattanyansimalar.com
Yorumların yanıtı sitenin aşağı kısmında
Ali : bilmiyorum, keşke arkadaşlar yorumlarda yanıt versinler.