Bu sitede bulunan yazılar memnuniyetsizliğiniz halınde olursa bizimle iletişime geçiniz ve o yazıyı biz siliriz. saygılarımızla

    dört halife dönemine cumhuriyet dönemi denmesinin sebebi nedir

    1 ziyaretçi

    dört halife dönemine cumhuriyet dönemi denmesinin sebebi nedir Ne90'dan bulabilirsiniz

    Dört Halife Dönemine Neden Cumhuriyet Dönemi Denir

    Dört Halife Dönemine Neden Cumhuriyet Dönemi Denir

    Dört Halife Dönemi ve Cumhuriyet, Dört Halife Dönemine Neden Cumhuriyet Denir

    Peygamber Efendimizin vefatından sonra İslam dininde Dört Halife dönemi başlamıştır. Kısa süre içerisinde yaygınlaşarak müjdelenen Altın çağ dönemi başlamıştır. Bu dönemde İslam devletleri genişleyerek ekonomik olarak kalkınmaya başlamıştır.

    Bu dönemde İslam toprakları genişlemesi ile birlikte Asya ve Afrika milletleri tarafınca benimsenmiştir. Yeni İslam devletinin kurulmasında hukuk alanında önemli temeller atılmıştır. Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali Peygamber efendimizin yolundan gidip ahlakını tanıdıklarından dolayı adil ve düzenli olacağı düşünüldü. Dört halife döneminde Cumhuriyet olmasının sebebi ise halifeler seçimle başa getirilmiştir. Bu sebepten dolayı Dört Halife dönemine Cumhuriyet Dönemi denir.

    Yazı kaynağı : www.denkbilgi.com

    Dört Halife Dönemi'nin

    Dört halife dönemi 'Cumhuriyet Devri'dir

    Dört halife dönemi 'Cumhuriyet Devri'dir

    Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (sav)'in vefatından sonra yaşanan "Dört Halife Dönemi", İslam dininin Arap Yarımadasının sınırlarını aşarak yaygınlaştığı bir dönemdir. Parlak zaferlerin kazanıldığı ve Müslümanların huzur ve refah içinde bir hayat sürdürdükleri bu dönem, Peygamberimiz (sav)'in müjdelediği Altınçağ'ın geçmişteki güzel bir örneğidir.

    Bu dönemde İslam Devleti'nin sınırları batıda Trablusgarp, doğuda Horasan ve kuzeyde Kafkasya'ya kadar genişletilmiş; böylece Arap Yarımadası dışına taşan İslamiyet, Asya ve Afrika'daki çeşitli milletlerce benimsenmiştir. Kurulacak olan yeni İslam devletlerinin siyasi ve hukuki temelleri de bu dönemde atılmıştır. Sırasıyla halife olan Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali, Peygamber Efendimiz (sav)'in yolunu izlemiş, Kuran ahlakının hakim olduğu adil düzeni daha geniş bir coğrafyaya yayarak devam ettirmişlerdir. Bu nedenle Dört Halife Dönemi, "Doğru Yolda Giden Olgun Halifeler Dönemi" anlamına gelen "Hulefa-i Raşidin Dönemi" olarak adlandırılır. Halifeler seçimle başa getirildikleri için aynı dönem 'Cumhuriyet Devri' şeklinde de tanımlanabilir.

    Hz. Peygamber (s.a.s)`den sonra gelen ilk dört halifenin hilafet süreleri, Saadet Asrının ikinci dönemini teşkil eder. Islâm hukukçularının büyük bir çoğunluğu bu dönemdeki uygulamalara, alınan kararlara büyük bir önem verir ve bunları Islam hukukunun kaynakları arasında görürler. Çünkü onların uygulamaları Hz. Peygambere zaman itibariyle en yakın olmak, onun eğitiminden geçmiş olmak, vahyin nüzulüne tanık olmak, sünneti yakından tanımak gibi ayırıcı özellikler nedeniyle önem taşır, başkalarının fikir ve düşüncelerine göre üstünlük arz ederler. Hakkında nass bulunmayan konularda Râşid Halifelerin uygulamaları oldukça değerlidir. Bunun nedeni ise, onların, hem veliyyü`l-emr olarak mü`minlerin kendilerine itaat etmekle yükümlü olmaları; hem de İslam`ın özünü en iyi kavramış bulunmalarıdır. Bununla ilgili verilecek örnekler pek çoktur. Mesele, Hz. Ebu Bekir`in zekat vermeyenlerle ilgili olarak aldığı kararlar, Hz. Ömer (r.a)`ın Irak topraklarıyla ilgili görüşleri ve bunları etrafındakilere de delilleriyle birlikte açıklayıp kabul ettirmesi, Hz. Ali`nin (r.a), Hâricilerle savaşmak ile ilgili tutumları kendi konumlarında oldukça önemlidirler.

    Çünkü bütün bunlarla ilk defa karşılaşıyordu ve bunların Islâmî bir çözüme bağlanmaları gerekli idi. Yine Hz. Peygamber (s.a.s)`in vefatından hemen sonra onun yerine geçecek devlet başkanını belirlemek konusu ortaya çıktı. Hz. Ebu Bekir`den sonra gelen diğer üç halîfe de farklı şekillerde belirlendi. Onlar ile ilgili durumlâr Islâm hukukunda devlet başkanının başa geçiş yollarının farklı olabileceği görüşünü belirledi. Bu konuda kesin ve açık bir hükmün bulunmayışı, bu tabii sonucu doğurmuştur. Bu ise İslâm`ın, her çağda her toplum için uygulanabilir olmasının kanıtları arasındadır.

    a. Hz. Ebu Bekir`in Halife Seçilmesi

    Hz. Ebu Bekir (r.a)`in Sahabiler arasındaki yeri son derece üstündü. Sahabilerin kendileri bile aralarında en faziletli kişinin Hz. Ebu Bekir olduğunu çeşitli vesilelerle ifade etmişlerdir. Ibn Ömer (r.a), Hz. Peygamber (s.a.s) zamanında Hz. Ebu Bekir`i bütün sahabilerden üstün gördüklerini ifade ediyor (Buhârî, Fedâilu`s- Ashâbi`n-Nebiyy, 4). Bunda da onun Hz. Peygambere olan yakınlığı, Islâm için yapmış olduğu fedakârlıklar ve üstün meziyetleri rol oynamıştır.

    Hz. Ebu Bekir`in üstünlüğünü ortaya koyan pek çok hadis tesbit etmek mümkündür (bk. Buhârî, el-Amel fî`s-Salah, 3, 6; Ezan 38, 46, 47, 68, 70; Salat 80; Fedailu`s-Ashabı`n-Nebiyy, 3, 5, 6; Sehiv 9; Sulh 1; Müslim Fedailu`s-Sahabe, 10; Ebu Davut, Sünne,11; Tirmizî, Menâkıb,14, 16,17; Nesâî, Imâmet, l, 7,15; Kudât 24; Ibn Mace, Ikame 142).

    Ashâb-ı Kiram, Hz. Peygamber`in Hz. Ebu Bekir`e karşı işaret edilen tavrı ve onun hakkındaki sözlerini onun halîfe olması gerektiğine dair en azından- bir işâret olarak kabul etmişlerdi. Bunda da her bakımdan elbette ki haklı idiler. Çünkü Hz. Peygamberin halifesi olmak için gereken her türlü nitelikler, öncelikle onda toplanmış bulunuyordu. Müslümanlar için ondan daha hayırlı bir halife adayı bulunamazdı. Rasûlullah şöyle buyurmuştu; "Siz şu emirlik (devlet başkanlığı) hususunda insanların en hayırlılarını, emir olmazdan evvel emir olmayı pek fena gören ve onu arzu etmeyen kimseler bulursunuz" (Tecrid-i Sarıh Tercümesi, IX, 216, 1421-2). Hz. Ebu Bekir de halife olduktan sonra: "emirliği hiçbir zaman düşünmediğini, Allah`tan onu dilemediğini hutbelerinin birinde hazır olanlara açıkca söylemiştir (Ibn Kuteybe, a.g.e., I, 19; Kandehlevî, a.g.e., II, 614).

    Rasûlullah`ın vefatından hemen sonra Ensâr, Saideoğulları Sakifesi denilen yerde toplanmış ve Sa`d b. Ubâde`yi halife seçmek istemişlerdi. Ancak bu konuda onlar arasında da görüş ayrılığı bulunuyordu. Bu konuda tartışmaların devam ettiği sırada Hz. Ömer ve Ebu Ubeyde ile berâber gelmiş olan Hz. Ebu Bekir söz alarak, Kur`ân`da Ensâr kadar muhâcirûn`dan da övgüyle söz edildiğini ifade etti. Ancak bu işte Arapların kureyşten başkalarına itaat etmeyeceklerini anlattı ve bu nedenle Ebu Ubeyde ile Ömer`den birisine bey`at edilmesini istediyse de, ikisi de bu teklifi reddettiler ve bu işe Hz. Ebu Bekir`in seçilmesi gerektiğini bildirdiler. Başta Beşir b. Sa`d, Ebu Ubeyde ve Hz. Ömer (r.a) olmak üzere hazır bulunanların tümü ona bey`at ettiler. O anda bey`at etmeyen Sa`d b. Ubade ve hazır bulunmayan Hz. Ali ile diğer bazı Hâşimîler sonraları teker teker bey`at ettiler. Böylece Hz. Ebu Bekir aralıklarla üç defa minbere çıkıp her gün bu görevi kabul etmediğini bildirdi ve yerine başka birisini seçmelerini müslümanlardan istediyse de, onlar kendisinin halifeliğinde ısrar ettiler. Böylelikle Hz. Ebu Bekir (r.a)`in halifeliği kesinleşmiş oldu. (Ibn Sa`d Tabakat, III, 178 vd.; Ibnü`l-Esîr, el-Kamil, Beyrut,1400/1980; 220 vd; Ibn Kutaybe a.g.e I, 7-20; Kandehlevi, a.g.e II, 606, 616; Hamidullah, Islâm Peygamberi, çev. s. Tuğ, Istanbul 1969; II, 315-319; Ashab-ı Kiram, I, 177-184; Şibli, Asr-ı Saadet, IV, 33-40 vd.).

    b. Hz. Ömer`in Halife Seçilmesi

    Hz. Ebu Bekir (r.a.)`ın vefatı ile sonuçlanan hastalığı sırasında müslümanlar kendisinden sonraki halife adayını belirlemek istemişlerdi. Hz. Ebu Bekir, işi Ensâr ve Muhâcirlerin ileri gelenleri ile istişâre etmiş, onların, katılığından çekinmekle birlikte Hz. Ömer (r.a)`den başkasını bu makama layık görmediklerini anlamıştı. Kendisi de aynı görüşü paylaşıyordu. Hz. Osman (r.a)`ı çağırtıp bu konuyu yazı ile belgelemek istedi. Bazı kaynaklarda hafife adayının adım yazdırmadan bayıldığı ve Hz. Osman`ın müslümanların ihtilafını önlemek amacıyla Hz. Ömer`in adını yazdığı bildirilmektedir. Baygınlığı geçtikten sonra yazdığını okumasını Hz. Osman`dan isteyen Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer`in adının okunmasından memnun olmuş ve bu davranışını övmüştür. Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer`i istihlaf etmeden önce de müslümanlara, kendileri için bir halife adayı belirlemesini isteyip istemediklerini sorunca, onlar bu konuda durumu en iyi kendisinin değerlendireceğini belirterek ondan aday belirlemesini istemişlerdi. Hz. Ebu Bekir de onlara Hz. Ömer`i tavsiye etmiş idi.

    Hz. Ebu Bekir, bu tavsiyesini yan ile de belgeledikten sonra, halkın toplanmasını emretti ve onlara şu sözleri söyledi:

    "Sizin başınıza geçecek, size namaz kıldıracak, düşmanlarınızla savaşacak birisinin varlığı kaçınılmazdır. Arzu ederseniz, toplanır, dilediğimizi seçer, başınıza getirirsiniz. Dilerseniz görüşümü sizin için açıklarım. Allah`a and olsun ki sizin hakkınızda hayırdan başka bir şey istemem."

    Halk kendilerine bir aday belirlemesini istedi.

    Bundan sonra Hz. Ebû Bekir, yazdırmış olduğu mektubu onlara gönderip, orada adı yazılı olan kişiye bey`at edip etmeyeceklerini sordu. Onlar da mektupta adı yazılı olanın Ömer (r.a) olduğunu bildirdiklerini açıklayarak bey`atte bulundular (Ibn Sa`d a.g.e., III, 199 v.d., Ibnü`l-Esîr, a.g.e., IV,128-131; Şiblî Bütün Yönleriyle Hz. Ömer, I,117-8). Bundan sonra Islâm Devletinin diğer bölgeleri de vali veya temsilcileri aracılığıyla bey`atte bulundular.

    Devlet idaresindeki tecrübeleriyle Hz. Ebu Bekir bu işi Hz. Ömer`den başkasının başarı ile yürütemeyeceğini anlamıştı. ileri gelen müslümanlar da aynı kanâati paylaşıyorlardı. Bununla birlikte onun kanaatlerinden faydalanmayı da ihmal etmek istemediler. Fakat herşeye rağmen Hz. Ebû Bekir`in aday göstermesi onlar için bağlayıcı değildi. Sahâbe bey`at edip etmemekte serbest idiler.

    Islâm hukukçuları bu olaydan, görevi sona eren ya da vefat etmek üzere bulunan devlet başkanının, müslümanlara kendisinden sonraki adayı gösterebileceği sonucunu çıkarmışlardır.

    c. Hz. Osman`ın Halife Seçilmesi

    Hz. Osman (r.a)`ın seçimi, kendisinden önceki iki halîfenin de seçiminden farklı bir biçimde olmuştur.

    Hz.Ömer`in suikast sonucu yaralanmasından sonra, etrafındakiler ondan yerine bir halîfe adayı göstermeseni istediler. O da: "Eğer istihlâf etmeyecek olursam, benden daha hayırlı olan (Rasûlullah) de istihlâfı terk etmişti. Edecek olursam, benden hayırlı olan (Ebû Bekir) de istihlâf etmişti" diye cevaplandırdı. Bundân sonra:

    "Bu işe, Rasûlullah`ın kendilerinden hoşnut olarak ayrıldığı şu altı kişiden daha lâyık kimse bulamıyorum" diyerek onların isimlerini şöylece sıralamıştır: Ali, Osman, Zübeyr, Talha, Sa`d b. Ebî Vakkas, Abdurrahman b. Avf (r. anhum).

    Bu altı kişiden kendi aralarından halîfeyi seçmeleri için kendilerine üç günlük bir süre tanıdı. Ayrıca görüşmelerine katılmak, fakat oy kullanmamak şartıyla, ensârın yaşlılarını; Hz. Hasan`ı, Abdullah b. Abbâs`ı ve kendi oğlu Abdullah`ı da aralarına almalarını istedi.

    Hz. Ömer`in vefat ve defninden sonra toplanan bu şûrâ heyeti, Abdurrahman b. Avf`ın ihtilâfı azaltacak bir teklifini kabul ederek, üçü kendi istekleriyle reylerini, şu şekilde kullandılar: Zübeyr, Hz. Ali`ye; Talha, Osman`a; Sa`d de Abdurrahman b. Avf`a, Bundan sonra Abdurrahman b. Avf, Hz. Osman ile Hz. Ali`ye "Arkadaşlar, hangimiz adaylıktan vazgeçerse seçme işini ona bırakalım" dedi. Hz. Ali ile Hz. Osman`ın sustuklarını gören Abdurruhman, onlara: "Öyle ise bununla uğraşmayı bana bırakıyor musunuz? Çünkü ben size rakiplik etmiyorum. Allah şahittir ki ben ikinizden bu işe daha lâyık olanınızı seçmeye çalışacağım" dedi. Onlar da: "Evet" dediler. Üç gün üç gece bütün halk tabakalarıyla ilişki kuran, hatta Medîne`ye girip çıkan kervanlara da bu konuda sorular soran Hz. Abdurrahman, umumî arzuyu anladı ve son olarak toplantısını yaptı. Bu toplantıda önce Hz. Ali`ye: "Yâ Ali, eğer ben seni emîr seçersem, Islâm ümmetine muhakkak âdil davranırsın. Eğer Osman`ı seçersem, muhakkak onun da sözünü dinler, emirlerine itaat edersin" dedi. Sonra Hz. Osman`a da aynı sözleri söyledikten ve bu şekilde her ikisinden de söz aldıktan sonra, Hz. Osman`a: "Ey Osman, elini uzat" dedi ve ona bey`at etti. Hz. Ali de, bey`at ettikten sonra kapılar açıldı ve halk da bey`at etti (Ibn Sa`d, a.g.e., III, 61-2; Ibnü`l-Esîr, a.g.e, III, 34 vd; Ibn Kuteybe, a.g.e.,. I, 26-30; Tecrîd-i Sarıh Tercümesi, IX, 360-I; Kandehlevî, II, 627-9; Şiblî, Asr-ı Saadet, V, 10-1; el-Mâverdî, a.g.e., 14).

    d. Hz. Ali`nin Halife Seçilmesi

    Medine`de toplanan isyancılar arasından bir kaç kişi tarafından Hz. Osman (r.a)`ın şehid edilmesi, Islâm Devleti`nin başkasının kalması sonucunu doğurmuştu. Hz. Osman (r.a)`ın şehid edilmesinden sonra isyancılar, bir kısmı Hz. Ali`ye, bir kısmı Sahâbe`nin daha başka ileri gelenlerine, başkanlık için bey`at etmek üzere başvurmuşlar ve hepsinden red cevabı almışlardı. Bir çıkmaza düşen isyancılar sonunda, bir günlük süre içerisinde bir halîfe adayına bey`at edilmeyecek olursa Hz. Ali`yi bir kaç ileri gelen sahabî ile birlikte öldüreceklerini bildirdiler. Bunun üzerine Sahâbenin ısrarı karşısında Hz. Ali, halifeliği kabul etmek zorunda kaldı.

    Isyancıların halîfeliği kabul etmesi için Hz. Ali`ye başvurmalarının birinde, Hz. Ali onlara bu işe kendilerinin değil, Bedir Ashabı ile Şûrâ ehlinin yetkili olduğunu bildirdi.

    Hz. Ali`ye çoğunluk bey`at etmekle birlikte, bey`at etmeyenler de vardı. Bu bey`at etmeyenler arasında sahâbeden olan kimseler de bulunuyordu. Hatta Şam halkı, başta Muâviye olmak üzere, toptan bey`at etmemişti. Böylelikle, Hz. Ali`nin halifeliği çoğunluğunun bey`atı ile gerçekleşmiş oluyordu (Ibn Sa`d a.g.e, III, 31-2; Ibnu`l-Esir a.g.e, III 98; Ibn Kuteybe a.g.e, I, 47-52; Şiblî Asr-ı Saadet, V, 76; Ashâb-ı Kiram, I; 307).

    Râşid halifelerin başa geçme şekilleri ile ilgili açıklamalar, kısaca bunlardan ibârettir. Bu dört halife hakkında Hz. Peygamber`in övücü, değerlerini açıklayıcı pek çok hadîsi vardır (Meselâ bk: Buharî Fedâilu`s sahabi n-Nebeviyye, 7, 8, 9; Müslim, Fedâilu`s-Sahâbe; Ebû Dâvûd, Sünne 8; Dârimî, Sünen, Rü`ya 13, vs.). Ashab da bu kanaatleri paylaşıyordu. Ondan sonra gelenler de -bazı fırkaların dışında- hepsi hakkında olumlu düşünür. Onları başa geçme şekillerinin meşrûluğu kadar, uygulamalarının da Islâm`ın özüne tam anlamıyla uygunluk gösterdiği açıkça kabul edilir. Bu nedenle Raşid Halîfeler dönemi uygulamaları, her yönüyle kaynak kabul edilmiştir. Bu arada Raşid halifelerin siyasî uygulamalarında da Islâm idare hukukunun çok önemli noktalarını açıklığa kavuşturdukları şüphesizdir. Hz. Peygamber (s.a.s)`in peygamber olmasıyla başlayan Saadet Asrı, Hz. Ali`nin şehîd edilmesiyle sona erer. Bu parlak dönem, müslümanların yalnızca övündükleri tarihî bir miras değildir. Aynı zamanda çağlar boyunca Islâm toplumlarının "boyasıyla boyanmak istedikleri" eşsiz bir dönemdir. Çünkü bu çağın insanları "Insanların yararına çıkartılmış, Allah`a inanmaları nedeniyle, iyilikleri emreden, kötülüklerden vazgeçirmeye çalışan en hayırlı bir ümmetti" (Alu Imrân, 3/110).

    Hz. Ali`nin başa geçmesine rağmen Şam valisi Hz. Muâviye b. Ebi Süfyan Hz. Osman`ın katillerinin bulunmasını ileri sürerek, ona bey`at etmekten kaçınmıştır. Mesele Hz. Ali`nin şehid edilmesi, sonradan Hz. Hasan`ın halîfelikten Muâviye lehine feragati üzerine, belirli bir süre için siyasî planda da olsa kapanmış oluyordu. Hz. Hasan, Hz. Muâviye`den sonra halîfeliğe kendisi geçmek şartıyla feragatte bulunmuştu. Ancak bir süre sonra Hz. Hasan`ın vefatıyla, Hz. Muâviye`nin kendisinden sonra oğlu Yezid`i veliahd tayin edip, onun için hayattayken bey`at alması, Râşid Halîfeler dönemine son vermiş oldu. Artık nebevî hilâfetin yerini meliklik (krallık) almış oluyordu. Bu durum böylece sonuna kadar devam etti; devlet başkanlığı belirli ailelerin tekelinde kalmış oldu. Zaman zaman başa geçen bazı yöneticiler âdil uygulamalarda bulundular; Şeriât hükümlerinin dışına çıkmadılar. Bu arada Islâm`a aykırı bir sürü iş yapıldı. Devlet eliyle yapılan Islâm`a aykırı bu uygulamalar, zamanla arttı; bazan da azaldı. Fakat günahkârlıklarına rağmen bu yöneticiler, Islâm dışı bir düzeni arzulamış veya bütünüyle Islâm`a aykırı hükümler getirmiş değildirler.

    İslam ve Demokrasi

    Günümüz tartışma konuları arasında, İslam ve demokrasi konusunun, muhtelif platformlarda öne çıktığı gözlemlenmektedir. Açıkça belirtmek gerekirse, İslam ve demokrasi mukayesesinin, çok sağlıklı yapıldığını ifade etmek oldukça zordur.

    Böyle bir mevzunun en başında, İslam’ın, insanların dünya ve ahiret mutluluğunu hedefleyen ilahi kaynaklı bir din, demokrasinin ise, insanların kendi akıl, irade ve bilgi birikimine dayalı olarak ortaya çıkardıkları bir yönetim biçimi olduğunu vurgulamak gerekir.

    Bu vurguyu yapmanın ana hedefi, bu iki kavramın, birbirinin zıddı veya birbirinin alternatifi ya da birbiriyle tamamen uyuşan unsurlar gibi takdim etme gayretlerinin doğru olmadığını belirtmektir.

    Bu yüzden, İslam’ı, bir din olarak kendi kulvarında, demokrasiyi de bir yönetim şekli olarak kendi kulvarında değerlendirmek gerekir. Bunu yaparken, sadece kavramlara takılıp kalmadan, bu kavramların muhtevasını, objektif bir bakış açısıyla karşılaştırmak zarureti vardır.

    Bu noktada, İslam ilahiyatçılarının büyük bir kısmınca kabul edilen en önemli husus şudur: Kur’an tarafından, adı açıkça belirtilen ve insanlara emredilen herhangi bir yönetim biçimi mevcut değildir. Ancak, hem Kur’an’da, hem de Hz. Peygamber (asm)’in uygulamalarında, yöneten ve yönetilenlerin sorumluluklarını öğreten evrensel prensipler vardır.

    Dünyanın herhangi bir bölgesinde, dönemin ihtiyaçlarına, insanlarının kültürel yapısına, oluşan siyasi şartlara, zamanın ve coğrafyanın getirdiği imkan ve zorunluluklara göre, yönetim modeli geliştirilebilir.

    Demokrasinin en belirleyici ve vazgeçilmez unsurlarından biri, halkın yönetime katılması ve kendi hür iradesiyle yöneticileri seçmesidir. Dikkatle incelendiği zaman, Hz. Peygamber’in, İslam’ın en iyi uygulayıcısı sıfatıyla, -kelime olarak, kabul etmek, razı olmak, anlamına gelen- bey’at müessesesini çalıştırdığı görülür. Bey’at, günümüz seçim uygulamalarındaki oy kullanma karşılığı olarak, kısaca “halkın yöneticiye bağlılığını belirtmek için reyini ortaya koyması” şeklinde tanımlanabilir. Bey’at, “kadın ve erkeğin, yöneticiye karşı görev ve sorumluluğu kabul etmek üzere yaptığı bir sözleşme” olarak da tarif edilir. (1)

    Hz. Peygamber (asm)’in başlattığı bey’at uygulaması bazı yapısal değişikliklere uğrayarak Osmanlı dönemine kadar devam etmiştir.

    Bu yönüyle bakıldığı zaman, yöneticileri belirleme metodu konusunda İslam öğretisinin, bugünkü demokratik seçim uygulamaları ile çok önemli bir paralellik gösterdiği anlaşılmaktadır. Bu benzerlik, her ferdin kendi reyini hür iradesiyle belirtmesi konusunda da mevcuttur.

    Çünkü, zorbalıkla ve kılıç zoruyla alınan bey'at geçerli değildir. Hz. Ömer: "Bir kimse, Müslümanlara danışmadan, ister kendisi başkan olmaya, ister başkasını başkanlığa geçirmeğe kalkışırsa (vazgeçmediği taktirde) onu öldürmelisiniz." (2) demiştir.

    Toplumun huzurunu bozmaya yönelik, zorbalığa ve haksızlığa dayanan her türlü girişimin bertaraf edilmesi, İslam dininin herkese yüklediği sorumluluklardan sadece birisidir.

    Yöneticilerle ilgili olarak İslam’ın öngördüğü en önemli değerler, insanlar arasında, eşitliğin, adaletin ve ferdi hukuk dokunulmazlığının sağlanmasıdır. Şayet demokrasi, toplumları yönlendiren bir sistem değil de, insanların temel hak ve hürriyetlerini teminat altına alan ve halkın taleplerini karşılamayı taahhüt eden bir yönetim biçimi ise, bu hususta da İslam ve demokrasi arasında herhangi bir problemden bahsetmek anlamsızdır.

    Çünkü, bu hakların korunması bakımından, ikisi arasında bir aykırılık söz konusu değildir. Hatta İslam, bir taraftan ferdi hukukun korunmasını emrederken, diğer taraftan da toplumsal hassasiyetlere atıfta bulunur ve içtimâî ruhun canlı tutulmasını ister. Bu yüzden, fertlere yüklenen her sorumluluğun, toplumsal hayata bakan bir yönü vardır.

    Demokratik yönetim biçimiyle idare edilen ülkelerde, toplum tarafından seçilen ve yine toplum adına karar mekanizması olarak işleyen meclis de, üzerinde durulması gereken en önemli müesseselerden biridir. Bunun İslam literatüründeki tam karşılığı, danışma kurulu olarak tercüme edebileceğimiz, ŞÛRÂ müessesesidir.

    Yapılması planlanan işlerin, istişâre sonucunda karara bağlanması gerektiği konusunu, Kur’an iki farklı âyette şu şekilde açıklar:

    “Onları affet; bağışlanmaları için dua et; iş hakkında onlara danış.” (3)

    “Onların işleri, aralarında danışma iledir.” (4)

    Demokrasinin vasıfları arasında zikredilen çoğulculuk prensibi, Kur’an’da bu âyetlerle formülleştirilmiştir. Çünkü fertler arası istişare, çoğulculuğun en önemli göstergelerindendir. İlk âyette geçen “iş hakkında onlara danış” ifadesi, İslam âlimlerince bir tavsiye değil, yerine getirilmesi zorunlu bir emir olarak telakki edilmiştir.(5)

    Yine, İslam’ın benimsediği idari yapı, danışma (meşveret) üzerine kurulması gerektiğinden hareketle, “herhangi bir şahsın diktatörlüğüne dayanan 'otokrasi'den; kendisinde ilâhî bir sıfat olduğu iddiasıyla ortaya çıkan kişinin idaresine dayanan 'teokrasi'den; üstün azınlık sınıfının hâkimiyetine dayanan 'oligarşi'den; kişilerin heva ve heveslerine göre idare ettiği "demagoji"den ayrılır.”(6)

    İslâm'daki istişâre sistemi çoğunluk veya azınlık farkı gözetilmeksizin imkan dahilinde herkesin görüşünü almayı gerektirmekte, ancak, görüşler içinde tercihe şayan olanın, parmak hesabıyla değil, derin ve tarafsız aklî araştırma neticesi tesbit edilmiş olanın tatbik mecburiyetini içermektedir.(7)

    Özellikle Hz Peygamber (asm) ve ondan sonra idarecilik yapan halifeler, istişareye ciddi manada önem vermişler, Kur’an’daki “iş hakkında onlara danış” emrinin en önde gelen uygulayıcıları olmuşlardır. Bundan dolayı İbn Teymiyye: “İdareciler istişâreden muaf olamazlar. Çünkü Allah onu peygamberine emretmiştir.” der. (8)

    Hz. Peygamber (asm)’in sahabeyle istişaresinde dikkati çeken hususlardan biri; herhangi bir karara vardığı zaman, bu kararının Kur’an’ın bir emri mi yoksa kendi düşüncesiyle aldığı bir karar mı olduğunun, kendisine sorulmasıdır. Kur’an emri olursa, -bağlayıcılık ifade ettiği için- o emir yerine getirilir, ancak Hz. Peygamber’in kendi kararı olursa, bu karar üzerinde sahabe kendi görüşlerini ona aktarırlardı. Bedir harbinden sonra alınan esirlerin, hangi şartlarla serbest bırakılacağı, namaza davetin (ezanın) nasıl uygulanacağı, Hendek harbinde Medine’nin nasıl savunulması gerektiği gibi konular, Hz. Peygamber (asm)’in istişare anlayışının en çarpıcı örnekleridir.

    İstişâre ederken göz önünde bulundurulması gereken en önemli noktalardan biri, kime veya kimlere danışılacağı konusudur. Abbasi yöneticilerinden Me'mun’un, oğluna nasihat ederken, istişâre konusunda söyledikleri, bu hususa ışık tutar. Der ki: 

    “Şüphen olan işlerde, tecrübe sahibi, gayretli ve şefkatli ihtiyarların görüşlerine başvur. Çünkü onlar, çok şey görüp geçirmişler, zamanın inişli-çıkışlı, ikballi-hezimetli olaylarına şahit olmuşlardır. Onların sözü acı da olsa kabul ve tahammül et. Danışma kuruluna korkak, hırslı, kendini beğenmiş, yalancı ve inatçı kişileri alma.”(9)

    İslam dünyasının, batı kaynaklı olarak geliştirilen birçok müessese üzerinde ortak bir noktaya varamadığı açıktır. Demokrasi de bunlardan bir tanesidir. Hiçbir bilimsel ve akli temele dayanmadan kimileri, demokrasinin İslam’la tamamen çeliştiğini anlatırken, kimileri de ikisi arasında tam bir uyumun varlığını anlatmaya çalışmaktadır.

    Fertlerin ve toplumların mutluluğuna katkıda bulunma gayesi ve arzusu olan herkes için, en makul olan şey, -kavram kompleksine kapılmadan- din olarak İslam’ın evrensel değerlerinden, idari bir mekanizma olarak da demokrasinin öngördüğü temel hak ve özgürlüklerden yararlanmanın yollarını aramaktır.

    Adı ne olursa olsun, insanların huzur ve mutluluğu için yürütülen çabalara İslam’ın herhangi bir itirazı söz konusu değildir.

    “Demokrasinin benimsenmesi 'Batı’yı meşrulaştırma' değil, gerçek bir yeniden keşif olarak görülebilir. Batılı demokrasi ile İslam, yöntemde bazı farklılıklar gösterse bile, gayelerindeki benzerlikler dikkate alınarak birbirinden istifade edebilirler. Tabii bu istifade, Hasan Turabi’nin ifadesiyle söyleyecek olursak, eğer Batılılar, demokrasinin “Müslüman bir çocuk doğurmasına” müsaade ede(bili)rlerse gerçekleşebilir. Çünkü hala Batı’da birçok kişi için “islami demokrasi” kavramı lanetli olarak görülmektedir.” (10)

    Netice itibariyle, İslam prensiplerinin demokrasinin öngörüleriyle tamamen uyum içerisinde olduğu iddia edilemez. Ancak eğer dinden bağımsız düşünürsek, yönetim biçimleri içerisinde İslam’ın genel hükümleriyle en kolay uyumlu hale getirilebilecek yönetim biçimi yine demokrasidir.

    Bu arada İslam düşünürlerinin bu konuda bir çözüm arayışı içerisinde oldukları da bir gerçektir. Zira demokrasi, kaçınılmaz olarak müslümanların içerisinde bulundukları ve kendisinden etkilendikleri bir sistemdir. Konumlarının İslam’a uygunluğunu her zaman sorgulamak zorunda olan müslümanlar, kendilerini kaçınılmaz olarak etkisinde bulundukları demokrasi karşısında çözüm arayışı mecburiyetinde bulmuşlardır.

    Kur’an verilerine uygun olarak yapılan tartışmalar, demokrasiye bir karşıtlık değil, yeniden tanımlanan demokrasiye taraftarlık şeklinde kendini göstermektedir.

    Dünyada birbirinden farklı birçok demokrasi tanımı ve uygulaması vardır. İslam dünyası, bu durum karşısında, bir yandan İslam’ı doğru anlamak ve doğru yorumlamak, diğer yandan da demokrasiyi bu yorum içinde tanımlamak zorundadır. Böyle bir yol, İslâm ve demokrasinin buluştuğu bir orta noktanın oluşmasına katkıda bulunabilir.

    Dipnotlar:

    (1) Yusuf Kerimoğlu, İslam Ansiklopedisi, Şamil Yayınevi, bey’at md.
    (2) Muhammed Ravvas Ka'l-aci, Mevsûatu fıkh Ömer b. el-Hattâb, 1401/1981, 103.
    (3) Al-i İmran : 3/159
    (4) Şûrâ : 95/38
    (5) Fahreddin er-Râzî, Mefâtihu'l-Gayb, Kahire 1934-62, IX, 76; Nevevi, Şerhu'l Müslim, Kahire 1347-49/1929-30, IV, 76.
    (6) İzzüddin et-Temîmî, eş-Şûrâ beyne'l-Esâle ve'l-Muâsıra, Amman 1405/1985, s. 27-28.
    (7) Ma'ruf ed-Devâlibî, İslâm'da Devlet ve İktidar (trc. Mehmed S. Hatipoğlu), İstanbul 1985, s. 55.
    (8) İbn Teymiyye, es-Siyâsetü'ş Şer'iyye (Mecmû'u Fetâva içinde), Riyad 1381-86, XXVIIl, 386, 387
    (9) Mefail Hızlı, İslam Ansiklopedisi, Şamil Yayınları, istişare md.
    (10) bkz. Mevlüt UYANIK, İslam ve Demokrasi, -Muhammed Abid el-Cabiri Örneği

    Sorularla İslamiyet

    Yazı kaynağı : www.risalehaber.com

    İslam ve devlet (4): Dört Halife döneminin genel bir siyasi değerlendirmesi

    İslam ve devlet (4): Dört Halife döneminin genel bir siyasi değerlendirmesi

    Burada amacım uzun ve ayrıntılı bir tarih anlatımı değil. Özellikle Sünni ve Şii kaynaklarda birçok olayla ilgili çoğu kez birbirinden oldukça farklı ve bazen de taban tabana zıt ve çelişkilerle dolu anlatımlar mevcut.

    Anlattığım olaylar İslam'ın ilk dönemlerinin daha iyi anlaşılabilmesi için kaynakların büyük oranda üzerlerinde ittifak ettikleri tarihi gerçekler.

    Kuru kuruya salt kronolojik bir tarih anlatımının tarihte ve günümüzde yaşanılanları kavrayabilmemize bir katkı sağlaması mümkün değil.

    Asıl önemli olan yaşanılan olayların sebep sonuç ilişkileridir. Bunlar anlaşılmadan bu olaylarla ilgili doğru bir yorumda bulunmak mümkün olmadığı gibi, bugüne ve geleceğe yol gösterecek sonuçlar çıkarmak da mümkün değildir.

    4 Halife dönemini tüm yönleriyle mercek altına almadan önce önümüze çıkan en önemli tablo şudur:

    Müslüman toplumun ezici çoğunluğu ve geniş halk kitleleri Hz. Ali'nin şahsında, Hz. Peygamber'in Ehl-i Beyti'ne büyük bir sevgi ve saygı beslerken; özellikle Mekke'nin zengin ve etkili kesimi (Kureyş aristokrasisi) Hz. Ali'ye karşı gizlenemez bir tavır içindedir.

    Nitekim Hz. Ali; Hz. Ebubekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman'ın iktidarda bulundukları 24 yıl boyunca hiç bir savaşa katılmamış (götürülmemiş), Medine'den ayrılarak başka bir yere yerleşmesine izin verilmemiştir.

    Ayrıca valilik ve ordu kumandanlığı gibi görevlerden hiçbirine de getirilmemiş; sadece önemli görülen bazı hukuki ve siyasi konularda görüşüne başvurulmuştur.

    İslami takvimde (Hicri Takvim), Hz. Peygamber'in Mekke'den Medine'ye hicretinin başlangıç tarihi olarak kabul edilmesi Hz. Ali'nin görüşüdür.

    Hz. Muhammed'den sonra yapılan 4 halife seçiminde de bu Hz. Ali'ye 'karşı' durum çok açık ve net bir şekilde ortaya çıkmıştır.

    Bu açık ve net Hz. Ali karşıtlığının nedenleri analiz edilmeden doğru bir kanaata sahip olmak mümkün değildir.


    Hz. Ali'ye karşı tavırların nedenleri

    Bu konu ile ilgili olarak söz söyleyen ve olabildiğince objektif kalarak yorumlarda bulunanların görüşlerini birkaç ana başlık altında toplamak mümkündür:

    1. İslam öncesinde de Emeviler ile Haşimiler arasında Mekke'nin yönetimi ile ilgili bir siyasi rekabet söz konusuydu.

    Her iki aile de ortak bir ataya (Kureyş'e) mensup yakın akrabadırlar. Hz. Muhammed'in dedesi Abdülmuttalip'in babası olan Haşim, Emevilerin dedesi Ümeyye'nin amcasıdır.

    Başka bir ifade ile Ebu Süfyan'ın dedesi olan Ümeyye ile Hz. Muhammed'in ve Hz. Ali'nin dedeleri olan Abdülmutallip birinci derece amca çocuklarıdır, Abdülmuttalip ile Ümeyye'nin babaları kardeştir ve her ikisi de Abdimenaf'ın torunlarıdır.

    Haşimilerle Emeviler arasındaki ilk ihtilaf Mekke yönetiminde nüfuz sahibi olamak isteyen Ümeyye'nin, amcası Haşim'e karşı liderlik iddiası ile başlamıştır.

    Amcası Haşim'e karşı çıkan Ümeyye'nin isteği doğrultusunda, aralarındaki ihtilafı çözmek üzere toplanan Mekke ileri gelenleri; amca Haşim'i haklı, yeğen Ümeyye'yi ise haksız bularak Ümeyye'yi 10 yıl süreyle Şam'a sürgün etme kararı verdiler.

    Emevilerin, Muaviye ve ağabeyinin Şam valiliklerinden çok önce ilk Şam 'hikayeleri' büyük dedelerinin bu sürgünüyle başladı.

    O tarihten sonra da Hz. Muhammed dönemine kadar Emevilerle, amcaları Haşimiler arasındaki siyasi rekabet ve mücadele devam etti.

    Hz. Muhammed'in bir peygamber olarak Haşimilere mensup olması, Haşimileri daha da öne çıkararınca, halifeliğin de Haşimilere geçmesi halinde meydana gelecek güç dengesizliği Emevileri rahatsız etti.

    Özetle Kureyş'in kendi içindeki kabileler yarışı ve özellikle de Emevi-Haşimi rekabeti İslam ümmetini bölen en önemli sebeplerden biridir.


    2. Hz. Ali 5 yaşından itibaren Hz. Peygamber'in evinde ve onun terbiyesi altında büyümüş, hem amcası oğlu, hem de damadıdır.

    Yetim ve öksüz kalan Hz. Muhammed'i de Hz. Ali'nin babası Ebu Talib ve Hz. Ali'nin annesi Fatıma büyütmüştür. Hz. Ali'nin hayatı ilim öğrenme ve savaşla geçmiştir. Mekkelilerin çoğu gibi tüccar değildir.

    Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Talha, Hz. Abdurrahman bin Avf, Hz. Osman başta olmak üzere Mekke ileri gelenlerinin büyük bir çoğunluğu zengin tüccar kişilerdir.

    Mekke şehrinin yapısı da Kureyş Kabilesi hâkimiyetinde 'tüccar aristokrasisine-burjuvazisine' dayalı bir yönetim şeklidir.

    Hz. Ali ise hayatı boyunca geçimini sağlamada zorlanmış ve ölene kadar da borçlu olarak yaşamıştır.

    Bir mukayese yapmak gerekir ise Hz. Abdurrahman bin Avf'ın bin kölesi varken, Hz. Ali'nin bazı şahsi eşyaları defalarca borç aldığı kişilerde rehin olarak kalmıştır.

    Ebu Zer-i Ğıfari, Salman-ı Farisi, Bilali Habeşi ve Ammar bin Yasir başta olmak üzere, arkadaşlık yaptığı kişilerin büyük bir çoğunluğu büyük kabile ve ailelere mensup olmayan yoksul kişiler ve eski kölelerdir.

    Hz. Ali bunlarla arkadaşlığında oldukça samimi, mütevazı ve protokolsüzdür. Bu nedenle birçokları tarafından 'ayak takımı' ile oturup kalkmak ve çok şaka yapmakla eleştirilmiştir.


    3. Hz. Ali'ye karşı oluşun tepkileri en önemli nedenlerden biri de İslamiyetin ilk yıllarında meydana gelen Bedir, Uhud ve Hendek gibi savaşlarda başta Muaviye'nin dayısı ve anne tarafından dedesi olmak üzere; onlarca Mekkeli ileri gelen müşriki bizzat kendi elleriyle ve yakınlarının gözleri önünde öldürmesidir.

    Sonradan Müslüman olan Mekke liderlerinin hafızaları bu ölümlerle doludur.


    4. Bir diğer önemli nedende insanlık tarihinin en eski ve tedavisi neredeyse imkansız hastalıklarından biri olan kıskançlıktır. Bu konuyla ilgili olarak kıskançlık ve şahsi hesaplar da önemli bir rol oynamıştır.

    Hz. Muhammed'in hayatta en fazla Hz. Fatıma ve Hz. Ali'yi sevmesi ve bunu her fırsatta dile getirmesi; Hz. Ali'nin ilim, cesaret ve fakirliğine rağmen cömertlikte emsalsiz oluşu bu haset duygularını kamçılamıştır.


    5. Hz. Ali, seçimlerde karşı karşıya kaldığı Hz. Ebubekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman'dan yaş olarak oldukça küçüktür.

    Hz. Muhammed vefat ettiğinde Hz. Ebubekir 60, Hz. Osman 56, Hz. Ömer 50, Hz. Ali ise 32 yaşındadır. Hz. Ali birçok konuda önde olmasına rağmen tecrübe itibarı ile geride görülmüştür.


    6. Hz. Aişe'nin Hz. Ali ile aralarının soğuk olma nedeni ise Hz. Aişe'ye yapılan iftira hadisesinde (İfk Olayı), Hz. Ali'nin Hz. Aişe'yi savunmaması ve fikrini soran Hz. Muhammed'e; 'Ya Resullulah sana eşmi yok, boşa' demesi ve Hz. Aişe'nin buna oldukça kırılması olarak gösterilmektedir.


    Dört Halife döneminde devlet anlayışı

    İslam âlimlerinin üzerinde ittifakı ile "devlet" (yönetim), insanların ihtiyaçlarını ve toplum düzenini sağlamak için bir amaç değil araçtır.

    Devlet, insanlara ve topluma hizmet için vardır. Bir anlamıyla 'hâkim' değil, hizmet eden anlamında 'hadim'dir.

    İnsan hayatı ve toplumsal düzen, Allah'ın emir ve yasakları doğrultusunda düzenlenir. Asıl olan Allah'a itaat ile 'selam'dır (huzur, refah ve güvenliktir).

    İslam'da makâsıd (amaçlar) ve vesâil (araçlar) ayırımı yapıldığında devlet yönetimiyle ilgili bütün hususlar 'vesail'e (araçlara) girer.

    Kur'an-ı Kerim'de İslami bir toplumun yönetimi ile ilgili belli bir devlet modeli bulunmamaktadır. Devlet, "halk, ülke (toprak) ve egemen siyasal otoriteden oluşan siyasal bir örgütlenme" modeli olarak ayet ve hadislerde yer almaz.

    Daha açık bir ifade ile Kur'an-ı Kerim'de devlet başkanının nasıl belirleneceği, tapu, emniyet, ordu, nüfus müdürlükleri, dış işleri, elçilikler ve belediyeler gibi kurumların oluşum ve bürokratik işleyiş şemalarına rastlanmaz.

    İnsan, toplum ve hayatla ilgili genel prensipler ve ilkelerden bahsedilir.

    Kurumlar, işin özü (illeti) ve temel ilkeler sabit kalmak şartıyla zamana, zemine ve ihtiyaçlara göre düzenlenir, bu düzenlemelerin şekli ve formatı; yine zamana, zemine, ihtiyaçlara göre değişebilir; gerektiğinde yeni kurumlar oluşturulabilir.


    Dört Halife döneminde halifelik anlayışı

    Dört Halife döneminde halifeler için "Allah'ın halifesi" ibaresinin kullanılması doğru bulunmamıştır. Fakihler, halifeye "Allah'ın halifesi" veya "Allah'ın yeryüzündeki gölgesi" denmesini doğru bulmazlar.

    Hz. Ebubekir de kendisine Allah'ın halifesi olarak hitap edilmesini doğru bulmamış ve "Halifet-i Resulillah" (Allah'ın Resulü'nün halifesi) unvanını tercih etmiştir.

    Bu anlayışa göre halifeler Allah'ın emir ve yasakları doğrultusunda Hz. Peygamber'in takipçileridir.

    Sonraki yıllarda "Halifet-i Resulillah" unvanı yanında "Emir-ül Müminin" (Müminlerin Emiri) unvanı da kullanılmış ve bu isim daha çok tercih edilmiştir.

    İslam kamu hukukunda idarî yetki anlamında (hâkimiyetin Allah'a ait olmasına karşılık) hâkimiyetin uygulayıcısı (toplumsal meşruiyetin mercii) ümmettir ve halifeler, bir insan olarak ilâhî bir güce sahip değildir.


    Halifenin özellikleri

    İslam hukukçuları halifenin bilgili (âlim), muttaki (takva sahibi) erdemli, ahlaklı, liyakatli, itibarlı ve işleri yönetebilecek sevide tecrübeli olması gerektiği noktasında fikir birliği içindedirler.

    Buna ayrıca halifenin yeterince olgunlaşması (kemaliyet), işleri yürütebilmesi için sağlık ve hayat tecrübesi kazanması için yaş faktörünü de ekleyenler vardır.

    Nitekim Hz. Muhammed 40 yaşında peygamber olmuştur.

    Ancak büyük bir kesim halifenin toplumun (ümmetin) en bilgili (âlim), en erdemli, en ahlaklı, en liyakatli, en itibarlı ve en tecrübeli kişisi olması şartının gerekli olmadığını, aslında bunu (her sahada en iyi ve en üstün kişiyi) ittifakla belirlemenin de çok zor olduğunu ileri sürmekte ve halifenin genel olarak bu özelliklere sahip olmasının 'yeter şart' olduğunu belirtmektedirler.

    Nitekim Hz. Ali'nin torunlarından Zeydiyye Mezhebi'nin kurucusu İmam Zeyd de; dedesi Hz. Ali'nin en efdal (üstün, iyi, yeterli) olduğunu; ancak Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer'in de 'yeter şartlara' haiz olduklarından halifeliklerinin meşru olduğunu söylemektedir.


    Halifenin görev ve yetkileri

    Halifenin görev ve yetkilerini derli yoplu ve en özet bir şekilde ifade eden kişilerden biri Hasan-ı Basri'dir.

    İmam Ebu Hanife ve Hanefi fakihleri de onunla aynı fikirdedirler. Buna göre halifenin görevleri 4 ana başlık altında toplanmıştır:

    Bu görevlerin dışındaki alanlar ve hizmetler sivil topluma aittir. İslam düşüncesinde emirin (devlet başkanının) her istediğini yapabilme anlamında keyfi mutlak bir yetkisi yoktur.

    Yetkileri İslam'ın genel ilkeleri ve hukuku ile sınırlıdır. Onun içindir ki otoriter, totaliter ve diktatörlüğe dayalı yönetimler İslam'ın özü ile bağdaşmaz.


    Halife seçim yöntemi

    Kur'an'da ve hadislerde halifenin/emirin nasıl seçileceği ile ilgili bir yöntem bulunmamaktadır.

    Kuran-ı Kerim ve Hz. Peygamber'in hadislerinde genel ilkelerden bahsedilir ve adaletle hüküm edilmesi emrolunur.

    Hz. Muhammed'den sonra yönetime gelen 4 halifenin dördününde seçim yöntemleri farklı farklıdır.

    Hz. Ebubekir'i halife olarak Ensar ve Muhacir'in az bir bölümü bir oldubitti ile belirlemiş, seçime katılmayan Müslümanların bir bölümü buna itiraz ederken büyük bir çoğunluğu ise kabul etmiştir.

    Hz. Ebubekir, seçim yaptırmayarak yerine Hz. Ömer'i atamış, Hz. Ömer ise aynısı olmamakla beraber benzer bir yöntemle yerine 6 kişi belirlemiş, halifenin bu 6 kişi arasından seçilmesini vasiyet etmiş ve bu 6 kişi arasından Hz. Osman seçilmiştir.

    Hz. Osman tüm muhalefete ve isyan hareketlerine rağmen istifa etmemiş, yerine birini tayin ve tavsiye de etmeden ölmüştür.

    Hz. Ali'nin seçimi de yine genel bir seçimle değil, isyanın karışık ortamında Medine'de bulunan sahabelerin çoğunluğunun kabulü ile olmuştur.

    Sahabelerin bir kısmı ve Muaviye'nin Mekke, Basra ve Suriye'deki taraftarları bu seçimi kabul etmemişlerdir.

    Dolayısıyla üzerinde ittifak edilen ve teamül (gelenek) haline gelmiş bir seçim şeklinden bahsetmek mümkün değildir.

    Ancak tüm İslam hukukçularına göre yönetimde asıl olan saltanat ve veraset değil, seçimdir. Halife yetkisini her hâlükârda halktan almalıdır.

    Ümmetin bilgili, seçkin ve toplumda saygınlığı olan temsilcilerinden (Ehlül hal vel akd) oluşan kurulun seçimiyle (çift dereceli seçim) veya bir nevi genel seçim demek olan halkın biatiyle iş başına gelmesi esastır.


    Aday olabilme

    Teorik olarak böyle bir hak olmasına rağmen, 4 Halife'nin seçim sürecinde "Ben halife olmak istiyorum" diye açıkça ortaya çıkan ve halkın (ümmetin-seçmenlerin) tamamından oy isteyen bir aday olma sürecine rastlanmaz.

    Aslında seçim süreçleri de buna müsait değildir. Halifenin nasıl ve hangi yöntemle belirleneceği, seçim süreci ve şekli bir format olarak belirlenmediği/belli olmadığı için her seferinde başka bir yöntemle halife belirlenmiştir.

    Dolayısı ile Müslümanların ilk halife Hz. Ebubekir'in seçiminden bu yana tam olarak cevaplandıramadıkları ve özellikle de Sünni fakihlerin (hukukçuların) üzerini örtmeye çalışarak görmezden geldiği en önemli sorunlardan biri de budur.

    Bu belirsizlik 14 asırlık İslam tarihi boyunca ümmet arasında derin fay hatlarının oluşmasına neden olmuştur ve bugün de bu belirsizlik devam etmektedir.

    Konu karmaşık olsa bile soru açık ve nettir;


    Tarih boyunca etrafında bir grup taraftar toplayan ve bir şekilde (çoğunlukla da kuvvete başvurarak) gücü eline geçiren kimseler, halkı (Müslümanları) kendilerine itaat etmeye zorlamışlardır.

    Kendine itaat edilmesini sağlayan kişi veya zümrelerin, Allah'ın hükümlerini açıkça çiğnemedikleri sürece meşrû halife/ emir/sultan sayıldığı bir döneme girilmiştir.

    İş başına gelmeleri teorik olarak meşru olmamasına rağmen bu gibi iktidar sahipleri, ümmeti fitne ve kargaşaya sürüklemekten çekinme, ümmetin birlik ve dirliğini koruma gerekçeleri ile zımnen 'meşru' olarak kabul edilmiş ve kriter olarak âdil-zalim, iyi-kötü, dindar-fâsık ayırımları esas alınmıştır.

    Bu nedenlerden dolayı günümüz şartlarında Müslümanların yöneticilerini seçim şekli ve şartları yeniden belirlenmelidir.

    Bu belirleme yapılmadan kimlerin aday olabileceği, adaylık süreci ve adaylık şartlarından bahsetmek de anlamsızdır.

    Daha açık bir ifade ile öncelikle seçim sistemi üzerinde bir ittifak sağlanması gerekmektedir.

    Bir diğer yanlış anlaşılan veya çokça istismar edilen konu da "Görevin istenmeyeceği ve görevlerin 'Büyükler' tarafından verileceği" söylemidir.

    Türkiye'deki İslami grupların neredeyse tamamında körü körüne uygulanan yanlış biat anlayışı ile aslı ve dayanağı (müstenidatı) olmayan bu yaklaşım olabildiğince istismar edilmiştir.

    Etraflarına, kendilerine kayıtsız şartsız itaat eden, yeteneksiz ve dalkavuk kişileri toplayan sözde "Ulul emirler"; ehil kişilerin ehliyetleri ile ilgili görevlere talip olmalarını topluma; hata, ayıp ve saygısızlık olarak takdim etmişlerdir.


    Kadınlar halife olabilir mi?

    İslam hukukçularının nerdeyse tamamına yakını halifenin erkek olması gerektiğini söylemektedir.

    Kuran-ı Kerim'de Hz. Süleyman dönemi anlatılırken Yemenli Saba Melikesi Belkis'ten bahsedilmesinden hareketle kadınların da halife olabileceği ile ilgili yorumlar (çok az sayıda kişinin dile getirdiği genele aykırı görüşler) şaz olarak kabul edilmektedir.

    Ancak kadınların halife olamayacakları ile ilgili ayet ve hadislere dayalı açık ve net bir hüküm de bulunmamaktadır.


    Halifeyi kimler seçer? Halife nasıl seçilir?

    Halife seçiminde tartışılan bir diğer önemli konuda seçimlerin tüm ümmetin (halkın) katılımı ile tek dereceli mi, yoksa halkın seçtiği kişilerin (meclis, şura, ehlül hal vel akd) belirlemesi ile çift dereceli olarak mı yapılacağıdır.

    Meclis, şura veya "Ehlül hal vel akd" din kimlerden ve nasıl belirleneceği de belirsizdir.

    4 Halife'nin seçiminde her dört seçim de çift dereceli seçim yöntemi ile olmuştur.

    Halife Müslümanların bir bölümü tarafından seçilmiş (belirlenmiş), bu seçimden sonra diğer Müslümanlardan biat (onay, kabul) alınmıştır.

    Bu seçimlerin tamamında halifeyi belirleyenler (ikinci seçmenler) arasında tek bir kadın yokken, biata bütün kadınlar katılmıştır.

    Tarihi uygulamada teamül (gelenek) bu şekildedir; ancak bu konuda da kadınların şuraya giremeyeceği veya "ehlü'l-hal ve'l-akd" olamayacağı ile ilgili bir hüküm bulunmamaktadır.

    Yine aynı şekilde halife seçiminin iki dereceli seçim usulü ile belirlenmesi gerektiği ile ilgili de bir hüküm yoktur.

    Bu noktadan hareketle günümüz İslam hukukçularının büyük bir kısmı kadın erkek, halkın tamamının katılımı ile yapılacak tek dereceli seçim şeklinin daha doğru bir yöntem olduğunu söylemektedir.


    Hz. Ebubekir'in seçim şekli ile ilgili tartışmalar

    Hz. Ebubekir'in, Hz. Muhammed'in ölümünden birkaç saat sonra bir grup Ensar ve Muhacirlerden de kendisi ile birlikte sadece 3 kişi tarafından (Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Ubeyd'e bin Cerrah) halife olarak seçilme şekli İslam ümmeti arasında 14 asırdır bitmeyen ve halen de sürmekte olan tartışmalara neden olmuştur.

    Sünni ve Şii dünyasında bu tartışmalarla ilgili binlerce kitap, makale ve yorum yayınlanmış bulunmaktadır.

    Hz. Ebubekir'in bu şekilde seçilmesi ile ilgili görüşler iki ana başlıkta toplanabilir:

    Esasa karşı itirazların ana merkezi Hz. Ali ve 12 İmam'ın bizzat Allah tarafından belirlendiğine inanan Şia'dır.

    Bu nedenle Şiiler, Hz. Ebubekir'in seçimine şekli itirazlardan öte esastan karşıdırlar.

    Şiilere göre halifelik (imamlık) Allah tarafından belirlendiğinden bizzat seçimin kendisi yanlıştır ve seçim gayri meşrudur.

    Allah'ın nasla belirlediği bir konuda seçim yapılamaz, dolayısıyla seçimin şekli ve usulünü tartışmak da abesle iştiğaldir.

    Usule ait itirazları sıralamak gerekirse;

    Ensar ve Muhacir Müslümanlar arasında oluşacak bir fitneyi engellemek gerekçesiyle mecburen ve bir emrivaki ile olduğu söylenilen ilk halife seçimi, İslam ümmeti arasında 14 asırdır en yıkıcı bir şekilde sürmekte olan büyük fitnenin de fitilini ateşlemiştir.

    Bir başka ifade ile yangını söndürmek için döküldüğü söylenen su, benzin etkisi göstererek 14 asırdır sürmekte olan büyük bir yangının sebebi olmuştur.


    Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer'in tayin yetkileri var mıydı?

    Hz. Ali de dâhil ilk 4 halife, Hz. Muhammed'in yerine bir halife tayin etmediği ve halifeliğin Allah tarafından belirlenmediği noktasında müttefiktirler.

    Ancak esas tartışma Hz. Ebubekir'in kendisinden sonra Hz. Ömer'i yerine halife olarak tayin etmesi (ataması) ile ilgilidir.

    Mevcut halifenin kendi yerine geçecek kişiyi belirleyip, belirlemeyeceği; bu belirlemenin aday gösterme şeklinde bir tavsiye mi yoksa tayin mi olduğu hususu Müslüman kamu hukukçuları arasında bugüne kadar tartışma konusudur.

    Her hâlükârda Hz. Ebubekir, Hz. Muhammed'in yapmadığı ve hadislerde olabileceği ile ilgili açık ve net bir beyanına da rastlanmadığı bir uygulamada bulunmuş ve yerine atama yapmıştır.

    Bu atama hakkının olup olmadığı tartışmaları Müslümanların umumunu ikna edici bir sonuca ulaştırılamamıştır.

    Benzer şekilde Hz. Ömer'in de kendinden sonra 6 kişiyi halife adayı olarak belirlemesi, Hz. Abdurrahman bin Avf'a eşitlik halinde iki oy hakkı tanıması adayları 6 kişi ile sınırlaması, seçime müdahale olarak değerlendirilmektedir.

    Hz. Ömer, vefatından önce yaralı bir haldeyken Hz. Muhammed'in yerine kimseyi tayin etmediğini, Hz. Ebubekir'in kendisini atayarak tayinde bulunduğunu, kendisin ise bu iki yolun dışında bir tercihte bulunacağını söylemiştir.

    Aslında yeni bir yol dediği uygulaması da Hz. Ebubekir'in atama yönteminin benzeridir. Hz. Ebubekir'in atama yöntemi ile ilgili çekinceler, Hz. Ömer'in kararı için de geçerlidir.

    Nitekim Hz. Hüseyin'in torunu İmam Zeyd, Hz. Ebubekir'in kendisinden sonra gelecek halifeyi atama yetkisinin olmadığını söylemektedir.

    Halife adayı olarak belirlenen 6 kişinin şahsi özellikleri ve akrabalık ilişkileri ile ilgili de tartışmalar vardır.

    Halife seçimi ile ilgili ilk tur görüşmelerden sonra amcası Hz. Abbas ile karşılaşan Hz. Ali, durumu soran amcasına, "Bizden gitti" diyerek halife olma ihtimalinin azaldığını söylemiştir.

    Hz. Abbas neden böyle söylediğini sorunca, Hz. Ömer'in şûrâ üyelerine, şayet üç kişi iki gruba ayrılacak olurlarsa Abdurrahman bin Avf'ın tarafını tutmalarını söylediğini bildirmiş ve ardından şöyle demiştir:

    İslam hukukçularının geneline göre ne şekilde olursa olsun, halktan veya "Ehlü'l-hal ve'l-akd" den biat alınması zorunludur.

    Devam edeceğiz...

    *Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

    Yazı kaynağı : www.indyturk.com

    Yorumların yanıtı sitenin aşağı kısmında

    Ali : bilmiyorum, keşke arkadaşlar yorumlarda yanıt versinler.

    Yazının devamını okumak istermisiniz?
    Yorum yap