hadis ve sünnet arasındaki farklar maddeleri
hadis ve sünnet arasındaki farklar maddeleri Ne90'dan bulabilirsiniz
HADİS VE SÜNNET NEDİR?
Hadis ve sünnet nedir? Hadis ve sünnetin İslam’daki yeri ve önemi nedir? Hadis ve sünnetin tanımı, farkı, bağlayıcılığı ve evrenselliği nedir? Hadis ve sünnet kavramları...
Güzel dinimizin iki temel kaynağı vardır. Bunlar yüce kitabımız Kur’ân-ı Kerîm ve Peygamber Efendimiz’in Sünneti’dir.
HADİS VE SÜNNET KAVRAMLARI
Ashâb–ı kirâm, İslâm dinini, Kur’ân-ı Kerîm, Hz. Peygamber’in şahsı ve onun sözlü veya fiilî tebliğ ve tâlimâtı demek olan sünnetinden meydana gelen bir bütün olarak tanıdı.
Hz. Peygamber’in vefatından sonra İslâm dini, Kitap ve Sünnet’in ortaya koyduğu esaslar çerçevesinde anlaşıldı ve yaşanmaya çalışıldı.
Daha ilk halîfe Hz. Ebûbekir zamanında Kur’an âyetleri bir araya toplandı. Bizzat Hz. Peygamber’in izniyle kendi devrinde başlayan sünneti ezberleme ve yazarak derleme çalışmaları ise, zaman içinde giderek hız ve yaygınlık kazandı. İlk bir buçuk asırda tamamen yazılı hale getirilmiş olan sünnet bilgi ve belgeleri, ikinci ve özellikle üçüncü hicrî yüzyılda büyük hadis kitaplarında toplandı. Bugün bizim hadis kitaplarında gördüğümüz bu yazılı metinler, birer sünnet belgesi olarak hadis adıyla anılageldi.
1- Hadis Nedir?
Hadisin terim anlamı, Hz. Peygamber’in sözü, fiili, ashâbının yaptığını görüp de reddetmediği davranışlar (takrir) ve onun yaratılışı veya huyu ile ilgili her türlü bilgi demektir. Hadis, Hz. Peygamber’i dinleyen sahâbîden başlayarak onu rivâyet edenlerin adlarının yazılı olduğu sened ile Hz. Peygamber’in söz, fiil veya takrîrinin yazıldığı metin’den meydana gelir. Yani hadis deyince, sened ve metinden oluşan bir yazılı yapı anlaşılır. Ancak Riyâzü’s-sâlihîn’de hadis metinlerinin kolay okunup öğrenilmesi için sahâbî dışındaki râviler yâni sened kısmı müellif tarafından çıkarılmıştır.
Hadis ilmi iki ana bölüme ayrılır:
Bu ilmin hedefi, Hz. Peygamber’in hadislerini başka sözlerle karıştırılmaktan, değiştirilmekten, bozulmaktan ve iftiraya uğramaktan ilmî yollarla korumaktır. Hz. Peygamber’e nisbet edilen sözün gerçekten ona ait olup olmadığı bu ilmin kurallarıyla anlaşılır.
Hadis ilminin gayesi, rivayetlerin sahih ve doğru olanlarını sahih ve doğru olmayanlarından ayırmaktır. Bir başka ifade ile Hz. Peygamber’in söylemediği bir sözü ona söyletmemek, yapmadığı bir işi ona yaptırmamak, yani sünneti aslî berraklığı içinde korumaktır.
Her iki dalıyla birlikte hadis ilminin gelişmesi, “Hz. Peygamber’e yalan isnad etmeme dikkati” ve “tebliğ görevi”nin yerine getirilmesi sâyesinde gerçekleşmiştir. Bu konuda ilk ve en değerli gayret, sevgili Peygamberimiz’in en hayırlı nesil olarak takdir ve takdim buyurduğu ashâb-ı kirâm’a aittir. Rivayetü’l-hadîs ilminin kurucuları oldukları gibi, dirâyetü’l-hadîs ilminin temellerini atanlar da onlardır. Allah kendilerinden razı olsun.
Ashâb, sahâbî kelimesinin çoğuludur. Sahâbî, müslüman olarak Hz. Peygamber’i gören ve o iman üzere ölen kimseye denir. Herhangi bir sahâbî ile görüşme imkânı bulan kimseye de tâbiî adı verilir.
2- Sünnet Nedir?
Sünnet, sözlükte yol demektir. Yolun iyisine de kötüsüne de sünnet denir. Yalın halde söylendiği zaman “güzel yol” anlamındadır. Kur’ân-ı Kerîm’de bu kelime, devamlı âdet, kâinâtın düzeninde geçerli olan tabiî kanunlar, gidilen yol gibi anlamlarda kullanılır. Bir de sünnetullah terimi vardır. Bu, Allah’ın koyduğu kurallar, toplumların hayatlarında görülen ilerleme, gerileme ve hatta yok olmada geçerli olan ilâhî kanunlar demektir.
Terim olarak sünnet, söz, fiil ve takrirleri ile Hz. Peygamber’in İslâm’ı yaşayarak yorumlaması demektir. Bu anlamda sünnet, hadisten daha kapsamlıdır. Nitekim “Size iki şey bırakıyorum. Onlara sıkı sarıldığınız sürece yolunuzu şaşırmazsınız: Allah’ın kitabı ve Resûlü’nün sünneti..”(Mâlik, Muvatta’, Kader 3) hadisinde bu anlam açıkca görülmektedir. Hz. Peygamber’e nisbet edilen her şeyin yazılı metni mânasında hadis, günümüzde sünnet yerine de kullanılmaktadır. Artık bugün hadis deyince sünnet, sünnet deyince hadis anlaşılmaktadır. Sünnetin çoğulu sünen olduğu gibi Hz. Peygamber’in söz, fiil ve takrirlerine ait hadisleri içeren kitaplardan bir kısmının adı da Sünen’dir.
Başlangıçta hadisin, Hz. Peygamber’in sözlerini, sünnetin ise, fiil ve uygulamalarını ifade etmek için kullanılması, hadisi sünnetten ayrı düşünmek için yeterli değildir. Bu birlik, sünnete, kendine ait olmayan bir unsuru yamamak, ona kendisinden olmayan bir şeyi katmak mânasına asla gelmez. Bu yöndeki müsteşrik iddialarına kulak asmamak gerekir. Zaten sünnet, hadis kitaplarında gördüğümüz hadis metinleri değil, onların ifade ettiği mânalardır.
Sünnet, Kur’ân’ın açıklayıcısı olduğu için Kur’ân-ı Kerîm’den hemen sonraki ikinci delildir. Kur’an, okunan vahiy; sünnet, rivayet olunan vahiy (Şâfiî, Risâle, s. 91-92); hadis ise, “rivayet edilen sünnet” (Kâsımî, Kavâidü’t-tahdîs, s. 35-38; Cezâirî, Tevcîhü’n-nazar, s. 2) demektir.
Hadis kitaplarımız, rivayet olunan vahiy demek olan sünnetin yazılı belgeleri ile doludur. Bu belgelerin niteliklerine göre farklı ve özel terimlerle ifade edilmesi ve değişik hükümlere bağlanması ilmî bir meseledir. Bu nitelikleri ve terimleri Hadis Usûlü İlmi tayin ve tesbit etmektedir.
PEYGAMBER VE SÜNNETE OLAN İHTİYAÇ
Yüce yaratıcı insanoğlunu mükerrem ve mükemmel bir varlık olarak yaratmıştır. Fakat bu mükemmelliğine rağmen insan, ilâhî hitâba doğrudan muhâtap olacak yapıya sahip değildir. Bu sebeple dünyada insan hayatının başladığı günden beri, Allah Teâlâ, onların arasından seçtiği “Nebî” veya “Resûl” denilen peygamberleri kendisiyle kulları arasındaki irtibâtı kurmak ve açıklamakla görevlendirmiştir.
Bütün peygamberler, Allah’ın emir ve nehiylerini O’nun kullarına ulaştırmak ve onlara doğru yolu göstermekle görevlendirilmiş hidâyet elçileridir. Peygamberler bu kutsal elçilik görevlerini hakkıyla yerine getirmeye çalışmışlardır. Bizim Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa (a.s.) da ümmetine Allah Teâlâ’nın istediği şekilde yaşamaları için gerekli bilgileri uygulamalı olarak vermiştir. Her peygamber gibi bizim Peygamberimizin de iki temel görevi vardı: Tebliğ ve beyân.
“Ey Peygamber, Rabbinden sana indirileni tebliğ et, eğer bunu yapmazsan, O’nun elçiliğini yerine getirmemiş olursun” [Mâide sûresi (5), 67].
“İnsanlara, kendilerine ne indirildiğini açıkca anlatasın diye sana da Kur’ân’ı inzâl ettik” [Nahl sûresi (16), 44].
Peygamber Efendimiz vahiy yoluyla Allah’tan aldığı Kur’an âyetlerini, görevi gereği, insanlara sadece ulaştırmakla kalmıyor aynı zamanda onları açıklıyor ve anlatıyordu. Tebliğ ettiklerini açıklamak ve anlatmak onun aslî göreviydi. Hemen işâret edelim ki Peygamberimiz’in tebliğ görevi evrensel olduğu için, açıklamaları da ona uygun bir çerçeve ve nitelikte gerçekleşiyordu. Yani sünnet, Kur’ân’ın evrensel planda Hz. Peygamber tarafından yorumlanması demek oluyordu.
Mukaddes kitabımız Kur’ân-ı Kerîm’in eksiksiz, yeterli, açık ve her şeyi açıklayıcı olmasına ve dinimizin de ikmal edilmiş bulunmasına rağmen, sünnetin ifade ettiği bir yorum ve anlatıma gerçekten ihtiyaç var mıdır, şeklinde bir soru aklımıza takılabilir. Gerçek şu ki, yüce kitabımızın yeterli, açık ve açıklayıcı oluşu elbette bir hakikattır. Ancak onun bu niteliklerine rağmen, muhatapları olan insanların anlayış seviyeleri farklı olduğu için onu tek tek doğru olarak anlayıp kavramaları mümkün değildir. Öte yandan sorumluluk için duymak değil, anlamak gerekmektedir. İnsanları anlamadıkları şeylerden sorumlu tutmak mümkün değildir. Bu sebeple kim, neyi anlamak ihtiyacında ise, ona onu anlatmak lâzımdır. En iyi, en güzel, en doğru ve en doyurucu açıklamayı da elbette Kur’an âyetlerini getirip tebliğ eden Peygamber yapacaktır. Peygamber’in açıklamaları, hiç bir zaman Kur’an’ın eksik, yetersiz ve kapalı olduğu anlamına gelmez. “Allah’a kul olmak”tan başka görevi bulunmayan insanlar, ancak bu açıklamalar sayesinde O’na nasıl kulluk edeceklerini öğrenmiş olacaklardır. Bu sebeple sünnetsiz bir Müslümanlık düşünmek mümkün değildir.
PEYGAMBER EFENDİMİZİN SÜNNETİ İLE İLGİLİ AYETLER
Hayatın ilâhî irâde doğrultusunda şekillenmesi konusunda Sünnet, Kur’an ile birlikte hemen onun yanıbaşında birinci dereceden bir görev üstlenmiş bulunmaktadır. Bunun böyle olduğunu hem Peygamber’e itaatı emreden Kur’ân-ı Kerîm, hem de Hz. Peygamber’in bizzat kendisi ifade ve ilân etmektedir.
Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurulmaktadır:
“Peygamber size ne verirse onu alın, neyi yasaklarsa ondan da kaçının!” [Haşr sûresi (59), 7].
“De ki: Allah’ı seviyorsanız, bana uyunuz ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın” [Âl-i İmrân sûresi (3), 31].
“Allah’a ve kıyamet gününe kavuşacağını uman sizler için Allah’ın Resûlü’nde güzel bir örnek vardır” [Ahzâb sûresi (33), 21].
“Allah’a ve Resûlü’ne inanıyorsanız, anlaşmazlığa düştüğünüz konuları Allah’a ve Resûlü’ne arz ediniz!” [Nisâ sûresi (4), 59].
“Hayır Rabbine andolsun ki onlar, aralarında çıkan anlaşmazlıklarda seni hakem tayin edip verdiğin hükmü, içlerinde hiç bir sıkıntı duymadan kabul edip teslim olmadıkları sürece tam mü’min olamazlar” [Nisâ sûresi (4), 65].
“Gerçekten sen, doğru yola, Allah’ın yoluna çağırıyorsun” [Şûra sûresi (42), 52].
“Peygamber’in emrine muhâlefet edenler, fitneye ya da can yakıcı bir azaba uğramaktan çekinsinler” [Nûr sûresi (24), 63].
“Kim Peygamber’e itaat ederse, Allah’a itaat etmiş olur” (Nisâ sûresi (4), 80].
Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır:
“...Kim benim sünnetimden (yaşama tarzımdan) yüz çevirirse benden değildir” (Buhârî, Nikâh 1; Müslim, Nikâh 5).
“Dinin elden çıkışı sünnetin terkiyle başlar. Halat nasıl lif lif kopup parçalanırsa, din de sünnetin birer birer terkiyle ortadan kalkar” (Dârimî, Mukaddime 16).
Bütün bu âyet ve hadisler, müslümanların ancak sünnete sarılmak ve ondan ayrılmamaya çalışmak suretiyle İslâmî kimliklerini koruyabileceklerini ifade etmektedir. Zira açık bir gerçektir ki, sünnetin terkedilmesiyle doğacak boşluk, sünnetin tam zıddı demek olan bid’atla doldurulacaktır.
Sünnet, en kısa ve genel anlatımıyla “İslâm kültürü” demektir. Bid’at ise, İslâm kültürüne ters düşen, onda yeri olmayan ve fakat ondanmış gibi görülmeye ve gösterilmeye çalışılan yabancı unsur demektir. Muhtelif kıta ve iklimlerde yaşayan müslümanlar arasında çağlar boyu görülegelen ortak değerler ve uygulama benzerlikleri, sünnetin belirleyiciliği, birleştiriciliği, bütünleştiriciliği yani evrenselliği sayesinde olmuştur. Açıkca söyleyecek olursak, ümmet sünnetle vardır, onunla yaşar. Yozlaşma sünnetten ayrılmakla başlar.
SÜNNET İLE İLGİLİ BAZI MESELELER
1- Sünnetin Kaynağı
Kur’ân-ı Kerîm, hem lafzı hem de mânasıyla vahiy olduğu için ona vahy-i metlüv (okunan vahiy) denilmektedir. Sünnet ise, vahyin bir çeşit meâl ve mefhûmu olduğundan dolaylı vahiydir. Fakat lafız olarak vahiy niteliğine sahip değildir. Bu sebeple de ona vahy-i gayr-i metlüv denilmektedir.
Hz. Peygamber, vahiy, üstün beşerî akıl ve nebevî akıl ya da peygamberlik birikimi (meleke-i nübüvvet) denilen üçlü bir yolla ilim elde etme imkânına sahip bulunmaktadır. Vahiy gibi diğer insanların ulaşması mümkün olmayan bir bilgi kaynağıyla uzun süre temasta bulunan beşerî aklın en üst seviyesine sahip Hz. Peygamber’de, meleke-i nübüvvet denilen bir peygamberâne ictihad kabiliyet ve birikiminin oluşacağı muhakkaktır. Bu yetenek sayesinde Hz. Peygamber, başkalarının intikal edemediği birtakım ilâhî gerçekleri kavrayıp en uygun ifade ve uygulamalarla insanlara anlatır. Sünnetin ulaşılmaz boyutu, başkalarının yorumlarından üstün oluşu işte buradan kaynaklanmaktadır.
Hz. Peygamber’deki bu peygamberlik melekesine, diğer bir ifadeyle nübüvvet ilmine, Kur’an-ı Kerîm değişik kelime ve tâbirlerle işaret buyurmaktadır: Zikir, hüküm, hikmet, şerh-i sadr, tefhîm, ta’lîm ve irâe gibi kelime ve terimler bunlardandır. Hz. Peygamber’in ilâhî irâdenin beyânı niteliğindeki açıklamaları, ilâhî anlatım ve denetim altındaki nebevî akıldan doğmaktadır, denilebilir. Sünnetin bağlayıcılığı da işte bu ilâhî-nebevî niteliğinden ileri gelmektedir.
2- Sünnetin Dindeki Yeri
Yukarıda işaret ettiğimiz gibi sünnet, Peygamber Efendimiz’den Kur’ân dışında sâdır olmuş her türlü söz, fiil ve takrirlerden oluşmaktadır. Daha kısa ve fıkıh usûlü âlimlerinin anlayışına uygun bir anlatımla “Sünnet, Allah Resûlü’nün söz, fiil ve takrirlerinden ibarettir.” Şer’î delillerin ikincisi olan sünnetin tarifinde “peygamberlik” kaydı, vaz geçilmez unsurdur. Böylece sevgili Peygamberimiz’in, peygamberliğinin başlangıcından vefatına kadar, Kur’an dışında söylemiş olduğu her söz veya yaptığı her fiil sünnet içinde yerini almış olmaktadır. Bu söz ve fiillerin ümmete yönelik genel bir hüküm getirmiş olması ile özel kişilere veya kendi zâtına yönelik olması arasında hiç bir fark yoktur. Yine onun fiilinin yaratılışla ilgili (cibillî) olup olmaması da neticeyi değiştirmez. Bütün bunlar, sonuçta farklı hükümlere bağlansa bile, “Peygamber’den sâdır olan söz ve fiiller” olarak “sünnet” kavramı ve kapsamı içindedir. Kimine vâcip, kimine mendup, kimine mekruh v.s. denilmesi, kiminin ümmetin tamamına yönelik, kimilerinin belli bazı kişilere has olması ayrı bir konudur.
Yalnız burada bir kere daha işaret edelim ki, Hz. Peygamber’in sözlerini “sünnet” kavramından ayrı düşünmek isteyenlere, buna gerekçe olarak da başlangıçta sünnet denilince Hz. Peygamber’in sadece fiillerinin anlaşıldığını, sözlerinin o çerçevede düşünülmediğini ileri sürenlere iltifat edilmemelidir.
Bu kapsamdaki sünnetin delil olduğunda bütün Müslümanlar icmâ etmişlerdir. Yani “sünnet”’in dinde delil olmadığını söyleyen hiçbir kimse veya grup bulunmamaktadır.
Öte yandan, Kitab’ın Sünnet’e göre üstün olduğu konusunda da bir görüş ayrılığı bulunmamaktadır. Zira Kitap, lafız olarak Allah katından indirilmiş, ibadetlerde okunması emredilmiş, bütün bir insanlık en küçük sûresinin benzerini getirmekten âciz kalmış ilâhî bir beyândır. Sünnet ise bu vasıflara sahip değildir. Bu açıdan bakıldığı zaman, delillerin sıralanmasında sünnet, elbette Kitap’tan sonra gelmektedir.
Kur’an’da sünnetin hukûkî delil olduğunu gösteren âyetler bulunmaktadır. Bu sebeple sünnete ait her hangi bir delilin, meselâ çelişki halinde olduğu sanılan bir âyetin zâhirini korumak maksadıyla dikkate alınmaması, sünnetin delilliğini gösteren âyetlerin tamamının dikkate alınmaması anlamına gelir.
Diğer taraftan Peygamber’in mûcize göstermesi, rabbinden tebliğ ettiği şeylerin güvenilir, doğru ve hatadan korunmuş olduğunu isbat eder. Demek oluyor ki Kitap ve Sünnet’ten her biri yek diğerini desteklemekte ve doğrulamaktadır. Dinde delil oldukları da aynı derecede kesindir.
İmam Şâfiî’nin ifadesiyle Kur’ân’ın okunan, sünnetin rivayet olunan vahiy olması, önce bu kaynak birliği içindeki iki delil arasında herhangi bir çelişkinin bulunmamasını gerekli kılar. Buna bağlı olarak da şayet görünürde bir çelişki varsa, bu takdirde, her ikisi de âyet olsaydı ne yapılacak idiyse öyle hareket edilmesi lâzım gelir. Biri sünnet delilidir, ötekisi Kitap’tır deyip hemen birincisinden vaz geçme şeklinde bir yola gidilmemeli, gerekli ilmî araştırma yapılmak suretiyle cem-te’lif, nesh veya tercih gibi çözüm yollarına baş vurulmalıdır.
Sünnet, Kur’ân karşısında üç görev üstlenmiştir: Te’kid, tefsir, teşrî’.
Te’kid: Sünnet herhangi bir hükme Kur’an gibi delâlet eder, yani her yönüyle Kur’an’ın hükmüne uygun bir beyânda bulunur. Meselâ,”Namazı kılın ve zekâtı verin”, “Ey inananlar, oruç size farz kılındı”,“Kâbe’ye gitmeye yol bulabilene haccetmek Allah’ın insanlar üzerinde bir hakkıdır” âyetlerinde mutlak olarak ifade buyurulan İslâm’ın şartlarını bir de “İslâm beş temel üzerine kurulmuştur” (Buhârî, Îmân,1, 2; Müslim, Îmân 19-22) hadisi, -uygulamaya yönelik hiç bir açıklama getirmeksizin- sadece hüküm açısından beyân etmektedir. Yine “Mallarınızı aranızda haksız sebeplerle yemeyin...” [Bakara sûresi (2), 188] âyeti ile “Hiçbir Müslümanın malı, kendi gönül rızâsı bulunmadan helâl olmaz” (Ebû Dâvûd, Menâsik 56) hadisi tam bir uyum içinde aynı mânayı ifade etmektedirler.
Burada akla, sünnetin Kur’an’a verdiği destek ve teyid, Kur’an için bir kıymet ifade eder mi? şeklinde bir soru takılabilir. Bu husus, Sünnet ile Kur’an arasındaki kaynak birliğinden doğan bir uyumu göstermesi yönüyle ele alınmalıdır. Kur’an için değilse bile, Kur’an’ın muhâtapları açısından sünnetin teyid ve te’kidi elbette büyük bir anlam ifade eder. Buradaki beraberlik, diğer noktalardaki birlikteliğin ve uyumun göstergesi olarak kabul edilmelidir.
Tefsir veya beyân: Sünnet, Kur’an’da bulunan herhangi bir hükmü herhangi bir yönden açıklar. Buna genellikle, kısaca temas edilmiş (mücmel) hükümlerle, anlaşılması kolay olmayan (müşkil) hükümlerin açıklanması, mutlak hükümlerin belli kayıtlara bağlanması (takyid), genel hükümlerin özelleştirilmesi (tahsis) denilmektedir. Meselâ namaz ve zekâtın uygulama biçim, ölçü ve şekillerine açıklık getiren hadisler, yine “beyaz iplik siyah iplikten sizin için ayırt edilinceye kadar” [Bakara sûresi ( 2),187] âyetindeki beyaz ve siyah iplikten maksadın gündüzün aydınlığı ile gecenin karanlığı olduğunu belirten hadisler ve yine “inanıp da imânlarına herhangi bir zulüm bulaştırmayanlar..” [En‘am sûresi (6), 82] âyetindeki zulümden kastın, “şirk” olduğunu açıklayan hadis, sünnetin bu özelliğini ortaya koymaktadır.
Sünnetin en yoğun şekilde icrâ ettiği görev Kitab’ı açıklamaktır. Bu sebeple “Sünnet Kitab’ın açıklayıcısıdır” denilmiş ve Kitap ile Sünnet arasındaki ilişki de açıklayan- açıklanan (mübeyyin-mübeyyen) alâkası olarak tesbit edilmiştir.
Sünnetin bu iki fonksiyonu (te’kid ve tefsir) hakkında İslâm bilginleri arasında herhangi bir görüş ayrılığı söz konusu değildir.
Teşrî: Kur’an’ın herhangi bir hüküm getirmediği konuda sünnetin bir hüküm ortaya koyması demektir. Bu konu âlimler tarafından tartışılmıştır. Bazı âlimler, “Allah Teâlâ, Peygamber’e itaatı farz kılmış ve Peygamber’in kendi rızâsına uygun davranacağını bildiği için Kitap’ta hükmü belirtilmeyen konularda Peygamber’e hüküm koyma yetkisi vermiştir” dediler. Bazıları da “Hiç bir sünnet yoktur ki, onun mutlaka Kur’an’da bir aslı bulunmasın. Namazın nasıl kılınacağını gösteren sünnetin, namazın kılınması emrini getiren âyete dayandığı gibi diğer konulardaki teşriî sünnetler de mutlaka bir âyete dayanır. Peygamber neyi haram veya helâl kılmışsa, onları Allah tarafından bir açıklama olmak üzere ortaya koymuştur” dediler.
Bir kısım âlimler de, “Peygamberin sünnet olarak ortaya koyduğu her şey, onun kalbine Allah Teâlâ tarafından konulan hikmetten ibârettir. Peygamber’in kalbine konulan şey, onun sünneti olmaktadır” dediler.
Bu görüşler sünnetin müstakil olarak hüküm getireceğinde birleşmekte, sadece Peygamber’in tek başına ortaya koyduğu hükmü, doğrudan doğruya Allah’ın yardımına dayanarak kendiliğinden mi ortaya koyduğu, yoksa kendisine vahiy mi edildiği, ya da kalbine ilka ve ilham mı edildiği noktasında birbirlerinden ayrılmaktadırlar. İhtilâf aslında işte bu değerlendirme ve ifadelendirme noktasında yoğunlaşmaktadır.
Kitap’ta olmayan bir hükmü sünnetin belirlemesi Kitab’a muhâlefet anlamına gelmez mi? diye sorulabilir. Buna şöyle cevap vermek mümkündür:
Kitap üzerine yapılan ziyâde şu üç halde bulunabilir:
Bu demektir ki, Kitap üzerine ziyâde -eğer böyle bir şey varsa- ya hükmü ortadan kaldırıcı (nâsih) veya bir konuya ait kılıcı (muhassıs) olacaktır. Bu iki halde de iyi düşünüldüğü zaman iki yönün bulunduğu anlaşılacaktır:
Muhassıs, bir taraftan genel olan nassın hükmünü, o hükme dâhil olanların bir kısmıyla sınırlarken, diğer yandan da o genel nassın kapsamından çıkarılanların hükmünü tek başına beyân etmiş olur. Meselâ “Bunların dışında kalanlar size helâl kılındı” [Nisâ sûresi (4), 24] âyetinden sonra Resûlullah “Kadının, halası ile aynı nikah altında birleştirilmesi haram olur. Nesep yoluyla haram olan, süt emme yoluyla da haram olur.” (Buhârî, Nikâh 27; Müslim, Nikâh 33) buyurmuştur. Bu şu demektir: Âyetteki “bunların dışında kalanlar” ifadesinden maksat, dışda kalanların hepsi değil, bazılarıdır. Bu durumda âyet bu bazılarının helâlliğine delâlet etmiş, fakat hüküm dışında kalanların hükmünü açıklamamış olur. Resûlullah’ın beyânı muhassıs olarak hem bu bazı fertlerin o genel hükmün dışında olduklarını, hem de hüküm dışına çıkarılmış olanların haramlığını açıklamış olur. Yani muhassıs hem âyetin hükmünü açıklar, hem de âyetin sükût ettiği noktanın hükmünü tek başına (müstakillen) ortaya koyar. Bu sebeple Kitab’ı tahsis, takyid veya nesh eden sünnete ait delillerin beyân ve müstakillik olmak üzere iki yönü bulunduğu dikkatten uzak tutulmamalıdır.
O halde yukarıdaki esas ve açıklamalar çerçevesinde sünnetin müstakillen teşri kaynağı olduğu açıklık kazanmaktadır. Fıkıh kitaplarında görülen “Bu konunun meşrûiyeti sünnetle sâbittir” ifadeleri de sünnetin müstakil teşri kaynağı kabul edildiğini gösterir. Meselâ, mest üzerine mesh etmek, yağmur duası ve namazı, şüf’a, lukata, içki içene verilecek ceza bu tür konulardandır.
Burada şu hususa da dikkat edilmelidir. Nebî, herhangi bir hükmün tebliği konusunda hataya düşmekten korunmuştur. Bu hüküm ister vahy-i metlüv isterse vahy-i gayr-i metlüv ile indirilmiş olsun; ister müstakil hüküm koyucu, ister beyan edici veya isterse teyid edici olsun, hatadan korunmuşluk açısından farketmemektedir. Hatta şeriatın tamamı vahy-i gayr-i metlüv şeklinde yani sünnet olarak gönderilmiş olsaydı bile, o yine hataya düşmekten korunur, tebliği de bağlayıcı olurdu. Nitekim peygamber olarak gönderilmenin şartları arasında kendisine mutlaka bir kitap indirilme kaydı bulunmamaktadır. Öte yandan Allah Teâlâ’nın, peygamberine kitabında indirmediği bir hükmü tebliğ etmesini emretmesine mâni herhangi bir hal de söz konusu değildir. Zira “Allah yaptıklarından kimseye hesap verecek değildir” [Enbiyâ sûresi (21), 23].
3- Sünnetin Bağlayıcılığı
Sünnetin bir bütün ve kavram olarak bağlayıcılığı kesindir. Peygamber’e uymayı, verdiği hükme razı olmayı, onun hükmü karşısında mü’minlere seçim hakkı tanınmadığını belirleyen âyetler, sünnetin Müslümanların hayatındaki etkin ve bağlayıcı rolünü ortaya koymaktadır.
Ancak Hz. Peygamber’in değişik vasıflarla ortaya koyduğu sünnetin bağlayıcılık derecesinin ve çerçevesinin aynı olmadığı da bir gerçektir. Hz. Peygamber;
Risâlet yani peygamberlik vasfıyla ortaya koyduğu sünnet, genelde âyetleri özelliklerine göre açıklama (tefsir), belli bir şarta bağlama (takyid), muayyen fertlere özel kılma (tahsis), helâl ve haramı açıklama, akâid ve ahkâmı beyân etme maksadını taşır. Bu çeşit sünnet, ilâhî ahkâmın bir beyân ve tefsiri demek olduğu için, hükmü kıyamete kadar devam edecek olan bir teşrî anlamındadır. Zira Hz. Peygamber bu tebliğ ve beyân tasarrufunda bir tebliğci ve nakilci durumundadır. Allah katından kendisine bildirilen gerçekleri nakil ve beyân etmektedir. Hz. Peygamber’in bu sıfatla ortaya koyduğu tasarrufları bütün ümmeti bağlayıcıdır.
İftâ, Allah Teâlâ’nın hükmünü delillerden çıkararak dinî soruları cevaplandırmak, ahkâmı Allah adına haber vermek, tebliğ ve izah etmek demektir. Hz. Peygamber bu tasarrufunda delillere bağlıdır. Bu yolla ortaya koydukları da ümmeti bağlayıcıdır.
Kazâ, iki veya daha fazla kişi arasında cereyân eden anlaşmazlıklarda, sebep ve delillerin meydana getirdiği kanaate göre, haklıyı haksızı belirlemek (adâlet tevzii) maksadıyla verdiği hükümlerdir. Peygamber burada yeni bir hüküm ortaya koymaktadır (münşî’dir.)
Hz. Peygamber, kendisine getirilen dâvalar konusunda genel durumu ortaya koymak üzere şöyle buyurmuştur:
“Dâvanızı bana getiriyorsunuz, ben ancak bir beşerim. (Kimin haklı olduğu konusunda) bana bir vahiy gelmiş değildir. Vahiy gelmeyen konularda ben ancak re’yimle hükmediyorum. Olur ki biriniz, diğerine nisbetle delilini daha tesirli anlatır, daha iyi ortaya koyar, ben de onu haklı zannederek lehine hükmederim. Her kime kardeşine ait bir hakkı hükmeder, verirsem, sakın onu almasın. Ben ona bir ateş parçası vermiş olurum.” (Ahmed İbni Hanbel, Müsned, VI, 307, 320; Buhârî, Ahkâm 20).
Hz. Peygamber’in kazâ tasarrufu olarak ortaya koyduğu sünnet, sadece dâvacı ve dâvalıyı bağlar. Ancak hüküm verirken takip ettiği usûl, dikkate aldığı esaslar, kazâ ve hukuk usûlünde bize örnek oluşturur.
İmâmet (devlet başkanlığı) tasarrufu, ilk üç vasfı ve tasarrufundan farklı ve onlara ilâve bir selâhiyet ve tasarruftur. Bunda bir yaptırım gücü söz konusudur. Öte yandan peygamberliğin devlet başkanlığını gerektirmediği de ortadadır. Çünkü bazı peygamberlere hükümdarlık verilmemiş, bazılarına ise verilmiştir. Hem hükümdar hem de peygamber olan Efendimiz’in bu iki vasfıyla ortaya koyduğu tasarruflar birbirinden farklıdır.
Hz. Peygamber’in devlet başkanı sıfatıyla yaptıkları hem diğer devlet başkanlarını bağlamaz hem de zamanın devlet başkanı izin vermedikce, benzeri haklar mü’minler tarafından re’sen elde edilemez. Ganimetlerin paylaştırılması, devlete ait mal varlığının uygun bir şekilde kullanılması ve sarfı, cezâların infâzı, orduların teşkili ve sevki, toprak, maden, su gibi kaynakların özel şahıs veya kuruluşlarca işletilmesi gibi hususlar bu tür tasarruflardır. Başkan veya temsilcisi hüküm ve izin vermedikçe, bunların alınması, yapılması, icrâ ve infaz edilmesi câiz değildir. Bu konulara ait tasarrufları, sonra gelen başkan değiştirebilir. Meselâ Hz. Osman isyancıların üzerine asker sevketmezken Hz. Ali sevketmiştir.
Hz. Peygamber’in tasarrufları konusunda en önemli husus, onun tasarrufunun hangi vasfının gereği ve sonucu olduğunu tesbit edebilmektir. Âlimler, bu noktadaki farklı tesbitleri dolayısıyla bir çok konuda değişik sonuçlara varmışlardır. Meselâ Hz. Peygamber “Bir yeri işleyerek kullanılır hale getiren ona mâlik olur.” (Buhârî, Hars 15) buyurmuştur. Hz. Peygamber’in bu hadîs-i şerîfi iftâ ve tebliğ sıfatıyla ortaya koyduğu kabul edilirse, bir başkasının mülkiyetinde olmayan toprağı işleyip kullanılır hâle getiren kişi, oraya sahip olabilecektir. Nitekim İmam Şâfiî, bu hadisi fetvâ ve tebliğ tasarrufuna bağlamış, “Çünkü Resûlullah’ın asıl işi ve sıfatı budur, aksine delil bulunmadıkca hadisleri buna göre yorumlamak gerekir” demiştir. Böyle olunca da bu hakkı kullanmak hiç kimsenin iznine tâbi olmaz. Herhangi bir kişi toprağı ıslah ederek kendiliğinden ona sahip olabilir.
Hz. Peygamber bu hadisi, devlet başkanı sıfatıyla söylemişse, bu hüküm diğer başkanları bağlamaz, onlar kendi çağ ve ülkelerinde kamu yararını gözeterek devlete ait topraklar üzerinde tasarrufta bulunurlar ve toprak imarının mülkiyet sebebi olması, sürekli olarak devletin iznine bağlı bulunur. Ebû Hanîfe bu görüştedir. Çünkü toprak üzerinde onu birine bağışlamak (iktâ) vb. şekillerde tasarruf hakkı ve görevi devlet başkanına aittir.
İmam Mâlik, bu konuda şehir ve mücâvir alan topraklarını birbirinden ayırmış, şehir topraklarını devlet başkanlığı sıfatıyla ilgili görmüştür. Çünkü buralarda oturan insanların huzur ve menfaatlarını korumak devlet başkanının sorumluluğu altındadır (Konuya ait geniş bilgi için bk. Karâfi, İhkâm, s. 86-l09; İbn Aşûr, Makâsıdu’ş-şerî’a, s. 27-40).
Bu misalde de görüldüğü gibi Hz. Peygamber’in ortaya koyduğu tasarrufların, onun hangi vasfına ait olduğunu tesbit etmek fevkalâde önem arzetmektedir. Zira sünnetin bağlayıcılık çerçevesini ortaya koyabilmek, bu noktanın doğru olarak tesbitiyle alâkalı bulunmaktadır.
Sünnetin bağlayıcılığı, tartışmasız bir gerçektir. Cereyan ettiği konuya ve dayandığı vasfa göre kapsam ve fıkhî hüküm açısından (vâcip, mendup, müstehab gibi) farklılık göstermesi onun temel niteliğini (bağlayıcılığını) ortadan kaldırmaz, aksine uygulama alanı ve kıymet hükmünün açıkça belirlenmesi anlamına gelir.
4- Sünnetin Evrensel Bütünlüğü
Sünnetin tüm hayatı ya da hayatın tüm safhalarını bütün boyutlarıyla kucaklayıcı bir yapıya sahip olduğu açıktır. Bu durum, sünnetin evrensel bütünlüğü demektir.
“De ki, ey insanlar! Ben sizin hepinize göklerin ve yerin sahibi olan Allah’ın elçisiyim” [A’râf sûresi (7), 158] âyeti ve konuya ait diğer âyetler, bir taraftan İslâm’ın cihanşümul bir din olduğunu ilân ederken bir taraftan da Hz. Peygamber’in elçiliğinin ve dolayısıyla onun sünnetinin, yaşama tarzının evrensel boyut ve karakterini ortaya koymaktadır.
İslâm tebliğine muhâtap olan insanlar arasında çeşitli açılardan farklılıklar olacağı pek tabiîdir. Bu farklılıklara rağmen her insan veya topluluk, yatıp kalkmak, yiyip içmek, ağlayıp gülmek, alış veriş, hayır-hasenât yapmak, öğrenip öğretmek, hastalanıp tedâvî olmak gibi hayatın bütün hallerinde kendilerine örnek alacakları bir rehbere muhtaçtırlar. Bu ihtiyaç, rûhî ve hissî alanlarda ve ilişkilerde daha büyük boyutlardadır.
İşte bütün toplum kesimlerinin bütün ihtiyaçlarını ferd, aile, millet, ümmet ve insanlık seviyesinde ve evrensel çerçevede karşılamak, şekillendirmek, örneklendirmek sünnetin sorumluluğu ve özelliğidir. Allah Teâlâ’nın Hz. Peygamber’i “en güzel örnek”diye tanıtması, onun hayatında bütün bu hayat şart ve şekillerine göre İslâm çerçevesinde örnek alınabilecek ahenkli bir çeşitlilik, zenginlik, seyyâliyet ve uygulanabilirlik bulunduğunu göstermektedir.
Hz. Peygamber’in hayatını ve ondaki çeşitliliği ashâb-ı kirâm, “O bir peygamberdir, bizden farklıdır. Biz kendi işimize bakalım” yorumu ile değil, “Onun bütün hareketlerinin bize bakan bir yönü mutlaka bulunmaktadır. Biz onu örnek almalıyız” yaklaşımı içinde algılamışlardır. Hz. Peygamber’in hayatını ciddiyet ve insaf ile tedkik eden herkes neticede, “tarih boyunca başka hiçbir kimsede toplanmamış, hayatın her yönünü etkileyen, şekillendiren üstün özelliklerin Resûl-i Ekrem’de bir arada görüldüğünü” itiraf etmek zorunda kalmıştır.
Hz. Peygamber’in temiz bir geçmişe sahip olduğu, hem Kur’ân-ı Kerîm’in şehâdeti hem de Mekkelilerin kendisine “el-Emîn” lakabını vermelerinden anlaşılmaktadır. Peygamberliğine karşı çıktıkları zaman o kendisini “daha önce yıllarca aralarında yaşamış olduğu”nu hatırlatarak savunmuştur. Bu demektir ki, Hz. Peygamber’in, peygamberlik öncesi hayatı bile örnek alınabilecek temizliktedir.
Onun peygamberlik günleri, hemen hemen her safhasıyla gözler önündedir.
Örnek alınacak şahsın pratik bir hayat sahibi olması fevkalâde önem taşımaktadır. Bu da örneğin, çok yönlü bir yaşayış deneyimine sahip olmasıyla mümkündür. Ümmet için Hz. Peygamber’in yegâne örnek oluşu biraz da bu açıdan ele alınmalıdır. Zira sünnet, Hz. Peygamber’in, Allah’ın emirlerine uygun hareket etmek maksadıyla seçip yaşadığı hayat, gittiği yol demektir. Bir anlamda sünnet, son ilâhî kitap Kur’an’ın, “son peygamber”, “âlemlere rahmet”,“üsve-i hasene”, “büyük ahlâk sahibi”, “mü’minlere düşkün ve onların sıkıntıya uğraması kendisine çok ağır gelen” bir Allah elçisi olarak Resûlullah tarafından evrensel plânda ortaya konmuş nebevî yorumudur.
Bu sebeple de Kur’ân-ı Kerîm, beşerî, coğrafî, tarihî, sosyal, meslekî ve ekonomik farklılıklarına rağmen bütün insanları Resûlullah’ın sîretine, hayat modeline uymaya, onun izinden gitmeye, onun yoluna koyulmaya davet etmektedir. Çünkü onun sünneti, muhtelif toplum kesimlerinin hepsine birden örnek olabilecek zenginliktedir. Onun hayatı, canlı Kur’an niteliğiyle insan hayatına tam bir uygulama örneği ve ışığıdır. Herkes onda örnek alabilecek bir yön bulabilir. Sünneti bu bütünlük, zenginlik ve evrensellik içinde düşünmemek, Hz. Peygamber’i ve onun şekillendirdiği İslâm hayatını kavramakta ve tabiatıyla Resûlullah’ı anlamakta çekilen güçlüklerin ve düşülen yanlışların gerçek sebebidir. Konuya ait bütün olumsuz ve temelsiz düşünce ve beyânların düzeltilebilmesi, sünneti evrensel boyut ve bütünlüğü içinde algılayabilmeye bağlıdır.
Hz. Peygamber’in sünnetinin evrensel boyutta uygulanabilir bir bütünlüğe ve esnekliğe sahip olduğunu gösteren ashâb-ı kirâma ait bir kaç tesbiti şöylece sıralayabiliriz:
Yapılabilecekleri emrederdi: Hz. Âişe anlatıyor: “Resûlullah ashabına emrettiği zaman, daima kolaylıkla üstesinden gelebilecekleri amelleri emrederdi” (bk. Buhârî, İmân 13).
Ümmetini düşünürdü: İbni Abbas, Hz. Peygamber’in, “Ümmetimi meşakkate sokacağından endişe etmeseydim, yatsı namazını geç saatlerde kılmalarını emrederdim” buyurduğunu (Buhârî, Mevâkît 24); Ebû Hüreyre de “Ümmetime zor geleceğinden endişe etmeseydim, onlara her abdest alırken misvak kullanmalarını emrederdim” buyurduğunu (Müslim, Tahâret 42) haber vermektedirler. Yine Ebû Hüreyre’nin bildirdiğine göre Hz. Peygamber “Sizi bir şeyden menettiğim zaman ondan kesinlikle kaçının. Bir şey emrettiğimde ise, onu gücünüz yettiğince yerine getirin” (Buhârî, İ’tisâm 2) buyurmuştur.
Resûl-i Ekrem Efendimiz gösterdiği yolda, dinî gayretle de olsa, aşırı davranılmasını aslâ tasvip etmemiştir. “Bazılarına ne oluyor ki, benim yaptığım bir şeyi yapmaktan çekiniyorlar. Allah’a yemin ederim ki, içlerinde Allah’ı en iyi tanıyan ve O’ndan en çok korkan benim” (Buhârî, İ’tisâm 5) buyurarak kendisinden daha ileri bir Müslüman olma imkânının bulunmadığını dile getirmiştir.
“Yapılabilecekleri emretmiş” olmasına rağmen, onun emirlerini önemsemeyerek karşı çıkanları da aslâ hoş karşılamamıştır. Seleme İbni Ekvâ anlatıyor: Resûlullah sol eliyle yemek yiyen Büsr İbni Râi’l-ayr’i gördü ve kendisine:
- “Sağ elinle ye!” buyurdu. Büsr:
- Yapamıyorum, dedi. (Müslim’in rivayetinde onun, bu sözü kibirlenerek söylediğine işaret edilmektedir). Hz. Peygamber:
- “Yapamaz ol!” buyurdu.
Râvî Seleme İbni Ekvâ diyor ki, “Bundan sonra adamın sağ eli ağzına ulaşamaz oldu” (bk. 161, 614, 742 numaralı hadisler).
Hz. Peygamber çevresine karşı duyarlıydı, cemaatini gözetirdi. Hazret-i Enes’in şu müşâhedeleri bunu göstermektedir:
“Resûlullah, hiç bir şeyi eksik bırakmaksızın, insanların en hafif namaz kıldıranıydı.”
“Resûlullah namazdayken, annesinin yanında mescide gelmiş bir çocuğun ağlamasını işitir de kısa bir sûre okuyuverirdi” (Buhârî, Ezân 65; Müslim, Salât 37, 187)
Kolaylaştırma onun temel prensibiydi. Hz. Peygamber bu prensibi “Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız. Müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz!” (Buhârî, İlim 11) şeklinde tesbit ve ilân etmiştir.
Bütün bu nakillerden çok açık bir şekilde anlaşılacağı gibi sünnet, kolaylaştırma ve sevdirme çizgisinde İslâm’ın uygulanışından ibarettir. Bu sebeple de her insan ve toplum Hz. Peygamber’in hayatında ve sünnetinde kendilerine örnek olacak bir çok yön ve olay bulabilir. Çünkü bütün insanlığı bir şahsiyette toplayıp misallendirmek Allah Teâlâ için asla zor değildir. Bu sebeple Hz. Peygamberin sîreti, hayatın her safhasını kapsayan bir bütünlük içindedir. O Allah’ın kendisine verdiği yetki ile, ülkelerinde krallara, devlet başkanlarına; yollarda, yaylaklarda çobanlara; mekteplerde hocalara; sınıflarda öğrencilere; obalarda fakirlere; köşklerde zenginlere; otağlarda, kışlalarda ordulara, komutanlara; yuvalarda analara-babalara, yavrulara kısaca bütün insanlara aynı çağrıyı yapmakta, kendisini izlemeye davet etmektedir. Çünkü onun sîreti, bütün insanlık için en güzel örnektir. Çünkü onun sünneti, dünyayı kucaklayıcı bir zenginlik, çeşitlilik, pratiklik, bütünlük ve âhenk manzûmesidir.
Hz. Peygamber’in harb-sulh, ibadet-ticaret, hak ve adâlet, suç-cezâ gibi ciddî ve önemli konularla meşgul olması hemen herkes tarafından pek tabiî karşılandığı halde, onun, günlük insan hareketlerinin biçim ve şekilleriyle de meşgul olmasını bazıları akıllarına sığdıramayabilirler. Nitekim Selmân-ı Fârisî’ye bir müşrik biraz da alaylı bir edâ ile şöyle dedi:
- Görüyorum ki dostunuz Muhammed, size her şeyi, ama her şeyi, hatta helâya nasıl oturacağınızı bile öğretiyor?
Selmân, gayet ciddî bir edâ ile:
- Evet, gerçekten de öyle, diye onu tasdik ettikten sonra Hz. Peygamber’in tuvalet âdâbıyla ilgili tavsiyelerini sıraladı (bk. Müslim, Tahâre 57-58).
Hiç kuşkusuz işlerin ve konuların önemlerine göre sıralanması esastır. Ancak insan hayatındaki her şeyin belli şekillerle ıslah edilmesi, inanç sisteminin gereklerine uygun hâle getirilmesi de aynı derecede önemlidir. Hz. Peygamber ümmetine bir baba gibi her konuyu öğretmiş, onların izzet ve şerefine yaraşır davranışları göstermiştir. Bunda “küçük işlerle meşgûliyet” gibi bir basitlik değil, “en küçük ayrıntıyı bile ihmal etmeme derecesinde bir ciddiyet, sorumluluk ve insanı bir bütün olarak değerlendirme” gibi derin ve anlamlı bir hassâsiyet yatmaktadır. İşte Selmân, bunun farkındaydı ve aklınca alay etmek isteyen “bir peygamber de böyle şeylerle uğraşır mıymış?” demeye getiren devrin çağdaş müşrik kafasına gerçeği bütün safiyeti ve açıklığı ile haykırıyordu: “Evet, her şeyi bize o öğretiyor!.”
Abdullah İbni Ömer de kendisine:
- Biz hazar namazı ile, korku (havf) namazını Kur’an’da buluyoruz. Fakat sefer (yolculuk) namazını Kur’an’da bulamıyoruz. Nasıl oluyor bu? diyen Ümeyye İbni Abdullah İbni Hâlid’e;
- Bak yeğenim! Biz hiçbir şey bilmezken Allah bize Muhammed’i peygamber olarak gönderdi. Biz, Muhammed’i neyi, nasıl yaparken görmüşsek, onu öylece yaparız” (Nesâî, Taksîru’s-salât 1) diyor, ashâbın bilgi kaynağının ve her sâhada örneğinin Hz. Peygamber olduğunu açıkca ifade ediyordu.
Hz. Peygamber’in sünnetinin, evrensel karakteri, onun ashâb-ı kirâm tarafından değiştirilmesine mâni olmuştur. Nitekim Hz. Âişe: “Eğer kadınların yeni yeni icad ettikleri halleri Resûlullah görseydi, -İs-railoğullarının kadınlarının men olunduğu gibi- onları mescidlere gitmekten menederdi” (Buhârî, Ezân 163; Müslim, Salât 144) demekle beraber, böyle bir yasaklama yoluna ne kendisi gidiyor, ne de halifelerden böyle bir yasak getirmelerini istiyordu. Çünkü “Allah’ın hanım kullarını, Allah’ın mescidlerinden men etmeyiniz!” (Buhârî, Cum’a 13) hadîs-i şerîfi ona bu yetkiyi vermiyordu.
Sünneti evrensel bütünlüğü içinde düşünmek ve onu her hareketimizde çıkış noktası olarak benimsemek, kendi içimizde tatmin edici bir yoruma kavuşturamadığımız sünnet verilerini hemencecik reddedivermekten bizi kurtaracaktır. Hatta onların da geçerli olacağı yöre ve dönemlerin bulunabileceği fikrine ve rahatlığına ulaştıracaktır. Bu ise İslâm kültürü olduğunu belirttiğimiz sünnete dair hiçbir bilgi ve belgenin zâyi olmamasını gerektirir. Hz. Peygamber bütün hayatı boyunca, söz ve davranışları ile Kur’an’da bildirilen hakikatların izahını yapmıştır. Bu sebeple Zührî’nin dediği gibi, “Peygamberlik Allah vergisidir. Resûl’e tebliğ, bize de teslimiyet düşmektedir.” (bk. Beğavî, Şerhu’s-sünne, I, 217)
Netice itibâriyle bir kere daha vurgulamamız gerekirse, sünnetin temel özelliğini gerçekçilik, evrensellik ve esneklik yani uygulanabilirlik olarak tesbit etmemiz mümkündür. Aslında bunlar, bizzat İslâm’ın temel özellikleridir.
İslâm, en son ve en mükemmel din, Hz. Muhammed de en son peygamberdir. Kıyamete kadar geçerli olan Kur’an ve onun birinci dereceden açıklaması ve uygulama biçimi demek olan sünnet, her türlü şart altındaki insanların meselelerine çözüm getirmek ve Müslümanlar arasında inanç ve davranış birliğini sağlamakla yükümlüdür. Böyle olunca da sünnetin gerçekleri esas alması, insanı tanıması, ona her türlü imkân ve şartta yaşayabileceği genel esasları tedricî olarak öğretmesi, aynı konuda uygulanabilir farklı şekil ve biçimleri sunması pek tabiîdir. Bu söylediklerimiz, cihanşümullüğün yani evrenselliğin bir sonucudur.
Aynı konuda farklı bilgiler ve değişik uygulama imkânları sunan hadislerin, bu açıdan bakıldığı zaman tabiîlikler manzumesi oldukları, bu bahis konusu farklılıkların ya da seçenek imkânlarının ümmet için tam bir rahmet vesilesi olduğu açıktır. Zira İslâm belli bir yöre veya şehir halkına gelmiş değildir. Eğer öyle olsaydı, daha net ve değişmeyen uygulamalar teklif ederdi. Halbuki İslâm, bütün insanlara gelmiş bir dindir. Bu yüzden de getirdiği esasların kıyamete kadar dünyanın her tarafında uygulanabilir olması, kendisine inananların hidâyetlerini temin edebilmesi açısından hayâtî bir zorunluluktur.
5- Sünnetin Korunmuşluğu
Allah Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’de, kâfirler istemeseler de nûrunu tamamlayacağını açıklamaktadır [bk.Tevbe sûresi (9), 32]. “Allah’ın nuru”, kulları için seçtiği, onları kendisinden sorumlu tuttuğu ve Resûlü’ne vahyettiği şeriatıdır. Bu hem Kur’ân’ı hem de Sünnet’i içine alır.
Allah Teâlâ “Gerçekten Zikr’i biz indirdik; onun koruyucusu da elbette biziz” [Hicr sûresi (15), 9] buyurmuştur. Bu âyette geçen zikri, Kitap ve Sünnet olarak anlamak mümkündür. Zikir kelimesi Kur’ân ile tefsir edilecek olursa, bu takdirde âyetteki hasr ifadesinden, Kur’ân’ın dışında hiçbir şeyin korunmayacağı, koruma hükmünün sadece Kur’ân’ı içine aldığı anlamı çıkmaz. Çünkü Allah Teâlâ, Kur’ân’da Kur’ân dışında başka şeyleri de meselâ, Resûlullah’ı insanların vereceği zararlardan koruyacağını bildirmiş ve korumuştur. Yine arşı, gökleri ve yeri kıyamete kadar yok olmaktan koruyacaktır. Sonra âyetteki “lehû” kelimesinin öne alınmış olması, hasr için değil, âyet sonlarındaki uyuma riâyet içindir.
Kur’ân’ın korunması, sünnetin korunmasını da içine alır. Çünkü Sünnet, Kur’ân’ın açıklayıcısı, güvenilir bekçisidir; keyfî yorumlara tâbi tutulmasını önler. O halde sünnetin korunması, Kur’ân’ın korunması için gerekli önlemlerden biridir. Bu sebeple de Kur’ân’ın korunması, sünnetin de korunması demektir.
Sünnetin korunması ümmete, ümmetin âlimlerine havâle edilmiş gözükmektedir. Yani sadece Kur’an ile sünnetin korunma şekillerinde farklılık vardır. Bu da İslâm bilginlerinin hadis ilimlerinin bütün branşlarında gerçekleştirdikleri her türlü takdirin üstünde değer arzeden ilmî mesâiler ile gözler önüne serilmiş bir gerçektir.
Sünnetin tamamı ümmet tarafından korunmuştur. Tek tek fertler ele alındığı zaman, elbette onların bütün sünneti ihata edemedikleri görülürse de, ümmetin bütünü ele alındığı zaman sünnetten hiçbir şeyin kayıp olmadığı anlaşılacaktır. Tıpkı herhangi bir dili, bir dil âliminin bütünüyle bilmesi mümkün olmasa bile, o dili konuşan milletin o dilin bütün kelimelerini bilmesinin pek normal olduğu gibi. Hatta İmam Mâlik’e, devrin halifesi, Muvatta’ı yegâne hadis kitabı olarak ilân etme teklifini iletince, büyük imam “Bizim muttali olmadığımıza başkaları muttalî olmuş olabilir” diyerek karşı çıkmış, sünneti, ümmetin bütünü çerçevesinde düşünmek gerektiğini hatırlatmıştır. Yani fert olarak bilgileri sınırlı da olsa âlimlerin tümü, sünnetin tümünü ihâta etmişlerdir. Bu da sünnetin korunmuşluğunu gösterir.
6- Sünnetin Kurtarıcılığı
Sünnetten yararlanabilmek için her şeyden önce onun “en güzel örnek” olduğuna, yaşanabilirliğine, insan özüne ve ihtiyaçlarına en üst seviyeden cevaplar ve alternatifler getirdiğine inanmak gerekir. Sonra da bu inanca dayalı olarak sünneti kendi özellikleri içinde iyi tanımak lâzımdır. Zira Hz. Peygamber âlemlere rahmet ve hidâyet rehberi olarak gönderilmiştir. Onun sünneti, hidâyette olabilmenin çarelerini göstermektedir. Sünnetin kurtarıcılığından şüphe etmek Hz. Peygamber’in risâletine karşı çıkmak anlamına gelir. Nitekim Abdullah İbni Mes’ûd bir defasında “Nebinizin sünnetini terkettiniz mi saptınız gitti demektir.” tembihinde bulunmuştur.
“Gerçekten sen doğru yola çağırıyorsun” [Mü’minûn sûresi (23), 73; ayrıca bk. Şûra sûresi (42), 52] ve “Eğer o peygambere itaat ederseniz doğru yolu bulmuş olursunuz” [Nûr sûresi (24), 54] âyetleri, sünnetin kurtarıcılığını ortaya koyan Kur’ânî delillerdendir.
Hz. Peygamber de muhtelif hadîs-i şerîflerinde bir yandan kendi konumunu anlatırken bir yandan da ümmetin kurtuluşuna olan katkısını açıkca gözler önüne sermiştir. Ateşe düşmeye çalışan kelebek ve pervâneleri kovalamaya çalışan kişi durumunda olduğunu hatırlatarak “Ben sizi bel bağınızdan tutmuş ateşe düşmekten kurtarmaya çalışıyorum; siz ise, elimden kurtulup ateşe girmeye çalışıyorsunuz” buyurmuştur. O kendisinin ümmet için kurtuluş vesilesi olduğunu daha başka hadislerinde de yine böyle temsillerle açıklamıştır. Kendisini, düşmanı görüp koşarak gelen ve milletini uyaran bir haberciye benzettiği hadis de bu hususta tam bir kanaat verecek açıklıktadır:
“Benim ve Allah’ın benimle gönderdiği İslâm’ın durumu, bir topluluğa gelip şöyle diyen kişinin durumuna benzer:
- Ey Milletim, gerçekten ben, üzerinize gelmekte olan bir orduyu gözlerimle gördüm. Ben, size bu tehlikeyi bildiren apaçık bir haberciyim. Binaenaleyh canınızı kurtarmaya bakın!
Bu sözler üzerine ahâlinin bir kısmı ona itaat etti ve akşamdan yola çıkarak tabiî bir yürüyüşle bulundukları yeri terkedip gittiler, kurtuldular. Bir kısmı da onu yalanladı, yerlerinde kaldılar. Ordu onlara sabaha karşı baskın verdi ve hepsinin kökünü kazıdı. İşte bu hal, bana itaat, getirdiklerime ittiba edenler ile bana isyan ve Hak’tan getirdiklerimi yalanlayan kimselerin durumunun ta kendisidir.” (Buhârî, İ’tisâm 2)
Sünnetin kendisine sarılanları kurtardığı kesindir. Tâbiîn müfessirlerinden Dahhâk İbni Müzâhim ne güzel ifade etmiştir: “Cennet ile sünnet aynı konumdadır. Zira âhirette cennete giren, dünyada sünnete sarılan kurtulur” (Kurtubî, Tefsîr, XIII, 365). İmam Mâlik de sünneti Hazret-i Nuh’un (a.s.) gemisine benzetmiş ve “Kim ona binerse, kurtulur, kim binmezse boğulur” demiştir (Süyûtî, Miftâhü’l-cenne, s. 53-54).
SÜNNETE YÖNELTİLEN İTİRAZLAR
İslâm tarihi içinde sünneti kaynak olarak kabul etmeyip inkâr eden herhangi bir mezhep mevcut olmamıştır. Sünnetin şer’î delillerden olduğu herkes tarafından kabul edilmiştir. Ancak sünneti prensip olarak kabul etmekle beraber, onun yazılı belgeleri demek olan hadislere yer yer itiraz eden kişi ve gruplara rastlanagelmiştir. Bu itirazlara gerekçe olarak da Kur’ân-ı Kerîm’in ön plana çıkarıldığı görülmektedir. Meselâ ashâb-ı kirâmdan İmrân İbni Husayn, Hz. Peygamber’in sünnetinden bahsetmekteyken adamın biri:
- Ey Ebû Nüceyd! Bize Kur’ân’dan bahset! demiştir. Bunun üzerine İmrân:
- Sen ve senin gibiler Kur’ân’ı okuyorsunuz (değil mi?). Bana, namazdan, namazın içindeki davranışlardan bahsedebilir misin? Bana altının, sığırın, devenin ve diğer malların zekâtından bahsedebilir misin? Fakat sen yokken ben peygamberle beraberdim, diye çıkışmıştı.
Daha sonra İmrân, adama Hz. Peygamber’in zekât konusundaki açıklamalarını anlattı. Adam bunun üzerine:
- Beni ihyâ ettin, Allah da seni ihyâ etsin! dedi.
Olayı bize nakleden Hasan-ı Basrî demiştir ki: “Bu adam daha sonra Müslümanların fakihlerinden oldu.” (Hâkim, el-Müstedrek, I, 109-110).
Bu ve benzeri münferit olaylar, tâ eskiden yani sahâbe döneminden beri görülegelmiştir. İmam Şâfiî bu istikâmetteki görüş sahipleriyle tartışmaya girerek onları cevaplandıran ve susturan ilk müelliflerdendir. Bu sebeple şimdilerde modernistler tarafından tenkide tâbi tutulmaktadır.
Zaman içinde uzun süre hiç seslendirilmeyen bu yöndeki itirazlar, batı sömürgeciliğinin etkisiyle son bir-iki asırdır İslâm dünyasında yeniden gündeme gelmiştir.
Mısır’da Tevfik Sıdkı, Ahmed Emin, İsmail Edhem ve Ebû Reyye gibi kişiler ve bunları belli bir dönem için de olsa destekleyen bir kaç kişi, Hindistan’da Ehl-i Kur’ân Cemiyeti çevresinde kümelenen kişiler ve onların öteki İslâm ülkelerindeki uzantıları şimdi yeniden “Kur’ânla yetinme” çağrıları yapmaya başlamış, “sünnetsiz İslâm arayışı” içine girmişlerdir. Her konuda âyet aramakta, âyet dışında kendilerini bağlı hissedecekleri bir başka “lâ raybe fih” delilin bulunmadığını ileri sürmektedirler.
Bu anlayışın varacağı nihâî noktayı, Ehl-i Kur’ân Cemiyeti’nin kurucusu Gulâm Perviz Ahmed’in hayatında izlemek mümkündür. Bu kişi, “Kur’ân dışında herhangi bir söz ile amel edenlerin, -isterse bu söz Hz. Peygamber’e ait ve mütevâtir-sahih bir hadis olsun- “Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler kâfirlerin tâ kendileridir” [Mâide sûresi (5), 44] âyetinin hükmüne girerler” demek cür’etini göstermiştir. Buna karşılık devrin âlimleri de kendisinin küfre girdiğine dâir fetvâ vermişlerdir (Bilgi için bk. Mübârekfûrî, Tuhfetü’l-ahvezî, VII, 425).
Varacağı nokta bu olayla daha baştan belli olan bu akımın -maalesef- memleketimizde de şu veya bu şekilde gündeme getirilmekte olması, yeni yeni yerleşmekte olan İslâm bilincini ve birikimini temelden yaralayabilecek tehlikeli bir gelişme olarak görülmektedir.
Burada konuya ait iddiaları tek tek cevaplandırma durumunda değiliz. Ancak şu kadarına işaret etmek yerinde olacaktır.
Nasıl, içimizden seçtiği peygamberler aracılığı ile emir ve yasaklarını kullarına duyurması, Allah Teâlâ için bir âcizlik ve eksiklik değilse, sünnetin varlığı da Kur’ân-ı Kerîm’in eksik ve yetersizliği anlamına gelmez. Vahyi alıp öğrenmede peygamberlerin aracılığına insanların nasıl ve ne ölçüde ihtiyâcı varsa, Kur’ân’ı anlamakta da Peygamber’in yorumuna yani sünnete öylece ihtiyaç vardır. Tabiî ve doğru olan budur. Bunun dışındaki iddialar ne adına yapılırsa yapılsın, nasıl takdim edilirse edilsin, temelden yanlıştır. Bu tür iddia ve tavır Hz. Peygamber tarafından önceden teşhis ve teşhir edilmiştir: “Benim emrettiğim veya nehyettiğim bir konu kendisine iletildiğinde, sakın sizden birinizi, koltuğuna yaslanmış olarak, “biz onu bunu bilmeyiz, Allah’ın kitabında ne bulursak ona uyarız, işte o kadar” derken bulmayayım!” (Ebû Davûd, Sünnet 5; Tirmizî, İlim 10; İbni Mâce, Mukaddime 2).
İslâm ümmetinin kimlik ve kişiliğini dokuyan yorum, Hz. Peygamber’in yorumu yani sünnetidir. Bu sebeple sünnet, İslâm’ı anlama, kavrama ve yaşamada vazgeçilmez en doğru ölçü ve yorumdur. Onun verilerine yani hadislere yöneltilecek hiçbir tenkid, sünnetten uzak kalmayı haklı kılamaz. Bir başka ifade ile ne sünnetsiz Müslümanlık olur ne de sünnete rağmen Müslümanlık..
1- Hadisler Kelimesi Kelimesine Aynen mi Rivayet Edilmiştir?
Hadislerin Hz. Peygamber’in mübarek ağzından çıktığı gibi kelimesi kelimesine aynen nakil ve rivayet edilip edilmediği merak konusudur? Bu soruya mutlak olarak evet veya hayır şeklinde cevap verilemez. Lafzan rivayet esas olmakla beraber, “mânanın ters yüz edilmemesi” kaydıyla, gerçekten çok sıkı şartlar altında mâna ile hadislerin rivayet edilmesine izin verilmiştir. Aynı hadisin değişik rivayetlerinde görülen kelime değişiklikleri, takdim-te’hirler o hadisin mâna ile rivayet edildiğini gösterir. Bütün hadislerin aynı lafızlarla rivayet edilmiş olmasını düşünmek ve istemek, tabiîlik ve gerçekçilikten uzak ve ümmeti zora koşan bir düşünce ve temenni olur.
Öte yandan hadislerin mâna ile rivayetinin mümkün olması, -mâ-nayı doğru yansıtmak kaydıyla- onların başka dillere tercüme edilmesinin câiz olduğuna da delil sayılmıştır. Mâna ile hadis rivayeti ruhsatına rağmen ilk Müslüman nesiller, hadise karşı nasıl dikkatli ve titiz davranmışlarsa, bugün de tercümelerde aynı dikkat ve itinayı göstermek gerekir. Rastgele, alelacele ve piyasa hesaplarıyla hadisleri ve hadis kitaplarını tercüme ve neşre kalkışmak bu açıdan büyük sakıncalar taşımaktadır.
Şuna da işaret edelim ki, mâna ile hadis rivayetine ruhsat verilmesi, hadislerin, hadis kitaplarında toplanmasından önceki şifahî rivayet dönemlerine aittir. Bugün artık kimse mâna ile hadis nakletmeye kalkışamaz. Kitaplara geçmiş lafızlardan birini tercih edip kullanmak zorunluğu vardır.
2- Şifâhî Rivayete Güvenilebilir mi?
Hadis tarihinin ve sünnete ait metinlerin, bir başka ümmette benzeri görülmeyen bir titizlik ve ilmî usûllerle tesbit ve nakledilmiş olması, her nedense Batılı ilim çevrelerini rahatsız etmiştir. Şifâhî nakle dayanan eski kültürlerinin bir kelimesini bile fedâ etmek istemeyen Batılılar, şifâhî rivayete güvenilemeyeceğini, dolayısıyla başlangıçta şifâhî bir dönem geçirmiş olan hadislere bel bağlanamayacağını söylemektedirler.
Daha başlangıçta doğru olarak kaydedilmiş ve iyi korunmuş yazılı vesikalara göre şifâhî rivayetlerin daha az emniyet telkin ettiği doğrudur. Ancak bu, hiçbir zaman, yazılı vesikaların her türlü tehlikeden uzak kaldığı anlamına gelmez. Şifâhî rivayetler için düşünülen güven kırıcı ihtimaller kadar yazılı vesikalar için de bir çok noktadan endişe belirtmek mümkündür. Nitekim günümüz basın-yayın organları bu konuda duyulabilecek endişenin boyutlarını sahte evrak tanzimi, vesika tahrifi gibi olaylarla hemen hergün kamu oyuna arzetmektedir.
Bu olaylar da göstermektedir ki, asıl mes’ele, rivayetin yazılı ya da şifâhî olması değil, o rivayeti nakledenlerin kişiliği, inanç değerleri ve mensup olduğu kültür çevresidir. Bu çok önemli noktayı dikkatlerden kaçırmak suretiyle güveni yazılı vesikaya bağlamak hatalı, doğruluğu tartışılabilir ve büyük ihtimalle de kasıtlı bir tavırdır.
Kaldı ki, hadislerin Hz. Peygamber zamanından beri bizzat onun izni ile yazıya geçirilmeye çalışıldığı tarihi bir gerçektir. Ayrıca her hadis metninden önce yer alan “sened” dediğimiz o hadis metninin kendilerinden alındığı ravileri gösteren kısım, bizim şifâhî rivayetlerimizin bile daima ilmî usûllere uygun ve denetime açık olduğunu belgelemektedir.
İlk Müslüman nesillerin hadisleri, dine sahip çıkma gaye ve gayretiyle en sağlam şekilde tesbit ve muhâfaza ettikleri de gözardı edilmemelidir.
3- Hadisçiler Sadece Senedle mi Meşgul Olmuşlardır?
Sünnet’e ait bilgi ve belgeler demek olan hadislerin, sened ve metin denilen iki ana bölümden meydana geldiğine yukarıda işaret etmiştik. Bu belgelerin gerçekten Hz. Peygamber tarafından söylenmiş sözleri veya işlenmiş fiilleri bize yansıtıp yansıtmadığını anlamak için yapılması gereken iş, bu bilgileri bize nakleden kişilerin güvenilirlik açısından tetkik edilmesidir. Bir başka ifade ile, hadis râvilerinin niteliklerinin araştırılmasıdır. Râviler, her hadisin senedinde isimleri zikredilen kişilerdir. Hadisçiler, bu kişilerin durumlarını en küçük ayrıntısına kadar bilimsel usullerle araştırmak suretiyle verdikleri haberler ve rivayet ettikleri hadisler konusunda kanaat edinmeye ve bu kanaatlarını da özel terimlerle ifadelendirmeye fevkalâde önem vermişlerdir. Bir başka deyimle, haber kaynaklarını araştırmak suretiyle o kaynaklar aracılığı ile kendilerine ulaşan haberlerin sıhhatini tesbite yönelmişlerdir. Bu konuda gerçekten hayranlık uyandıracak ilmî usuller geliştirmişlerdir. Genel bir tavır olarak da senedin durumunu açıklamayı, hadis metninin sağlamlık derecesini belirtmek için yeterli görmüşlerdir. Bu konudaki çalışma yoğunluğunu dikkate alan bazı kimseler, hadisçilerin sadece senedle meşgul olup hadislerin metinleriyle ilgilenmediklerini sanarak onları suçlamaya kalkmışlardır.
Hadisçilerin senedlere özel bir önem verdikleri doğrudur. Ancak bu, onların metin tenkidi ile hiç meşgul olmadıkları anlamına gelmez. İç tenkid veya metin tenkidi konusunda da geliştirilmiş özel bilim dalları bulunmaktadır. Meselâ, hadis metinlerinde geçen anlaşılması zor kelimeleri konu edinen Garîbü’l-hadis ilmi, hadislerin anlaşılmasını kolaylaştıran “Hadislerin vürud sebepleri ilmi”, “Nâsih-mensuh ilmi”, birbirine mâna bakımından zıt gibi görünen hadisleri tetkik eden “Muhtelifü’l-hadis ilmi”, Allah Teâlâ’nın sıfatlarıyla ilgili kelimeler ihtiva eden hadisleri inceleyen “Müşkilü’l-hadis ilmi”, muârızı olmayan hadisleri ifade eden “muhkem” gibi terimler doğrudan doğruya ve sadece hadis metinleriyle ilgilidir. Ayrıca maklûb, müdrec, münker, musahhaf ve muallel gibi sened ve metin arasında müşterek olan terim ve bilimsel branşlar da söz konusudur.
Hadisçiler gerek sened gerekse metin tenkidinde tarih, psikoloji ve sosyolojiden yararlanmışlardır. Bir sözün uydurma olup olmadığını tesbit için dikkate aldıkları ölçüler, hadisçilerin metin tenkidi konusundaki gayretlerinin en belirgin örneklerini oluşturmaktadır. Bu konular ve daha ilave edilebilecek olan hususlar ehlince bilinmektedir (Geniş bilgi için bk. Muhammed Lokman es-Selefî, İhtimâmü’l-muhaddisîn bi nakdi’l-hadîs seneden ve metnen, Riyad l408/l987).
Hadisçiler, ilâhî vahye mazhar, cevâmiü’l-kelim özelliğine sahip bir peygamberin beyânlarıyla karşı karşıya olduklarını pek iyi biliyorlardı. Bu vasıfların sahibi bir peygamber, muhtelif sebeplerle çağdaşlarının anlayışları dışında kalacak sözler söyleyebilir, haberler verebilirdi. Buna mâni olacak herhangi bir şey söz konusu değildi. Kanun maddeleri gibi özlü sözlerle hukukî kâideler vaz edebilirdi. Sözleri mecâzî bir mâna ifade edebilirdi. İleride keşfedilecek bir ilmî hakikate işaret etmiş olabilirdi.
Bütün bunlardan dolayı hadisçiler, diğer kişilerin sözlerine uyguladıkları tenkidleri Hz. Peygamberin hadisleri için tatbik etmekte ihtiyat göstermişler temkinli davranmışlardır (Geniş bilgi için bk. Mustafa es-Sibâî, es-Sünne ve mekânetühâ fi’t-teşrî’i’l-İslâmî, s. 275-279).
Biz, hadisin sened ve metinlerini inceleme usullerinin tarihte bir benzerinin bulunmadığı ve bunun sadece müslümanlara ait bir ilmî üstünlük olduğu görüşündeyiz.
SAHİH HADİSLER
1- Sahih Hadislerin Sayısı Ne Kadardır?
Sahih hadislerin sayısı hakkında kesin bir rakam vermek mümkün değildir. Sahih adıyla telif edilmiş hadis kitaplarında bulunan hadisler ile diğer sahih hadis kaynaklarındaki hadislerin toplamı aşağı-yukarı yirmi bini bulur. Ancak unutulmamalıdır ki, sahih, hasen ve zayıf gibi terimlerle anılan hadisler hakkında daima farklı görüş beyan edenler olabilir. Çünkü bu değerlendirmeler, araştırmaya dayalı nisbî değerlendirmelerdir. Günümüzün bilgisayar teknolojisinden yararlanılarak kendilerine “sahih” hükmü verilmiş hadislerin bir sayımını yapmak mümkündür. Önümüzdeki yıllar, muhtemelen bu konuda belli rakamlara ulaşmamızı mümkün kılacaktır.
2- Sahih Hadisler Sadece Kütüb-i Sitte’de mi Bulunur?
Hadisler çoğu kere, “bu, Kütüb-i Sitte’de var mı?” veya “Buhârî bunu nakletmiş mi?” yahut da “Müslim’in kitabında geçiyor mu?” cümleleriyle araştırılmaktadır. Bu tür sorular, aslında, sahih hadislerin sadece Kütüb-i Sitte’de veya Buhârî ve Müslim’in el-Câmi’u’s-sahîh’lerinde bulunduğu, bunların dışındaki hadis kitaplarına güvenilemeyeceği kanaatından kaynaklanmaktadır. Bu, çoğu kişinin her şeyi Kur’an’da aramasına benzemektedir. Yeterli din kültürü almamış kimseler, dinî bir esas kendilerine hatırlatılınca hemen “bu Kur’an’da var mı?” diye itiraz anlamında sorular sorarlar. Her şeyi Kur’an’da aramak nasıl hatalı bir tutum ise, hadis diye duyulan her sözü de mutlaka Buhârî ya da Müslim’de bulmaya çalışmak, yahut Kütüb-i Sitte’de görmek istemek de en azından o kadar hatalıdır. Güvenilir her hadisin mutlaka Buhârî ve Müslim’de olması lâzım geldiği düşüncesinden vaz geçilmelidir. Zira Buhârî de Müslim de “bütün sahih hadisleri toplamak” amacıyla kitaplarını tasnif etmiş değillerdir. Kitaplarına aldıklarının kendilerine göre “sahih” olmasına dikkat etmişler, fakat bütün sahihleri toplamak gibi bir çalışma içine girmemişlerdir.
Buhârî ve Müslim dışında hatta Kütüb-i Sitte dışında kalan diğer hadis kitaplarında da sahih hadisler bulunmaktadır. Şu kadar var ki âlimler, Buhârî ve Müslim’in her ikisinin birden kitabına aldığı (müttefakun aleyh) hadisleri, en güvenilir sahih hadisler olarak kabul etmişlerdir.
3- Şerhsiz Hadis Okumak Doğru mudur?
Kur’ân’ı ve dolayısıyla İslâm’ı Sünnet’e mürâcaat etmeden anlamak ve yaşamak ne kadar mümkünse, şerhlere baş vurmadan hadis okumak suretiyle İslâm’ı anlayıp yorumlamak da ancak o kadar mümkündür. Çoğu yerde insan, kendi anlayışının yetersizliği sebebiyle sıkıntıya düşebilir. Bu sebeple, kısa da olsa şerh ihtiva eden eserlerden hadis okumak, başlangıçta doğacak anlayış hatalarını önleyecektir.
Memleketimizde uzunca bir süreden beri, sadece tercümesi ile halkımıza sunulmuş bulunan Riyâzü’s-sâlihîn’in, çok okunan bir hadis kitabı olarak, tatmin edici bir şerhinin bulunmaması büyük bir boşluk doğurmaktaydı. Son yıllarda yoğunlaşan ilgi ve ihtiyacı dikkate alarak, elinizdeki bu tercüme ve şerhi gerçekleştirmeye çalıştık.
Bu çalışmamızla necip milletimizin sünnet bilgi ve kültürüne bir katkıda bulunabilirsek, gerçekten mutlu olacağız. Zira biz, sünnetteki yorumuyla Kur’an’ı ve İslâm’ı kavramak ve yaşamakla iyi Müslüman olunacağına inanmaktayız. Bunun yolu da hadis kitaplarımızdan yararlanmaktır.
Geçmişte İslâm âlimleri hadis metinlerini büyük hacimli ve belli tertiplere sahip kitaplarda toplamışlar, böylece ümmetin istifadesine sunmuşlardır. Özellikle hicrî ilk üç-dört asır bu tür çalışmaların yoğunlaştığı asırlardır. Daha sonraki dönemlerde, bu hacimli hadis kitaplarından seçmeler yapılmak suretiyle farklı tertip ve muhtevâda hadis kitapları meydana getirilmiştir. Hadis kültürü bakımından kendisine çok şey borçlu olduğumuz İmam Nevevî ve onun Riyâzü’s-sâlihîn adlı eseri bu alanda müstesnâ bir yere ve kıymete sahip bulunmaktadır.
Kaynak: Riyazüs Salihin, Erkam Yayınları
İslam ve İhsan
Yazı kaynağı : www.islamveihsan.com
Hadis ile sünnet arasındaki fark nedir, belirtiniz
Sünnet kelime anlamı olarak; gelenek, anane, takip edilen güzergah manalarına gelmektedir. Sünnet kavramının dini anlamı ise, Hz. Muhammed'in (s.a.v.) farz ve vacip dışında söylemiş olduğu sözleri, davranışları ve yapılmasını uygun gördüğü işlerin hepsidir.
Hadis kelime anlamı olarak; Peygamberimizin (s.a.v.) sözlerine verilen ada Hadis-i Şerif denir. Peygamberimizin göstermiş olduğu fiilleri, takrirleri ile ahlâkî ve insani özelliklerinden meydana gelen sünnetinin söz veya yazı ile ifade edilmiş biçimine denir.
Hadis ve sünnet kavramları arasındaki fark nedir açıklayınız sorusunun cevabına geçersek;
Sünnet ve hadis arasında bulunan temel fark; sünnetin çoğunlukla uygulamaya, fiil ve davranışları içermesi, hadisin ise bu uygulamaları da kapsayan sözlü ve yazılı rivayetler şeklinde olmasıdır.
Hz. Muhammed (s.a.v.), Yüce Allah tarafından gönderilmiş son peygamberdir. Dinimizin ilkelerinin öğrenilip yaşanmasında onun vazgeçilmez bir önemi vardır. Bu nedenle de onun hadislerinin, sünnetinin çok iyi bilinmesi gerekir. Hadis kelimesi sözlükte; haber, söz, nakletmek gibi anlamlara gelmektedir. Dinî bir terim olarak ise hadis; Hz. Peygamberin söylediği sözleri ifade eder. Sünnet kelimesi ise sözlükte; âdet, yol, yöntem vb. anlamlara gelir. Bu kavramın dinî literatürdeki anlamı ise Hz. Muhammed’in (s.a.v.) sözleri, fiilleri ve uygulamalarıdır.
Hadis ve sünnet birbiriyle yakından ilişkili kavramlardır. Hatta çoğu kez bunların birbirinin yerine kullanıldığı görülür. Ancak sünnet, kapsamı daha geniş bir kavramdır. Hadisi de içerir.
Yazı kaynağı : www.egitimsistem.com
Hadis ve Sünnet Arasındaki Fark - Emin Ahsen Islahî
Yazar Hakkında1
1904'te A'zamgarh'ın Bumhor kasabasında doğan Emin Ahsen el-Islahî, 1922 yılında Medresetu'l Islah'tan mezun olmuştur. 1925 yılından üstadı Hamiduddîn Ferâhî'nin vefatına kadar Kur’an ilimlerinin yanında, felsefe ve siyaset bilimi gibi alanlarda yoğunlaştı. Mevdudi'nin liderliğindeki Cemaat-i İslamiye hareketine katıldı. 1953'te Kadıyanilere karşı giriştiği mücadeleden dolayı 18 ay hapse mahkûm edildi. 1957 yılında siyasete girmeme hususunda kendisine ısrar ettiği Mevdudi'den şura prensibini dikkate almadığını ifade ederek ayrıldı. Tekrar ilim hayatına dönen Islahi, 1967'de başladığı Tedebbur-i Kur’an isimli 8 ciltlik tefsirini 1980'de bitirdi. Aynı yıl Lahor'da İdare-i Tedebbur-i Kur’an ve Hadis adlı bir enstitü kurdu. Birçok yerli ve yabancı araştırmacının dikkatini çeken Islahi, 1997 yılında Lahor'da vefat etmiştir.
Islahi, Kur’an'ı anlamada birkaç şeyi şart olarak görmektedir: 1) Halis niyet, 2) Kur’an'a imân etmek, 3) Kur’an’ın öğretilerine göre değişime hazır olmak, 4) Kur’an'ın üzerinde derinlemesine düşünmek, 5) Allah'a teslimiyet. Bunlardan bir, üç ve beşincisi Kur’an'ın hidayet sürecine işaret eder. İkincisi Kur’an'ın evrensel bir kitap olduğunu ve dördüncüsü ise Kur’an ile insan arasındaki ilişkiyi ifade eder. Islahi olmazsa olmaz kabul ettiği bu şartlardan sonra, müfessirin Kur’an'ın anlaşılmasındaki temel referanslara geçebileceğini ifade etmiş ve bunları da şöyle sıralamıştır:
a) Dâhili sebepler: 1) Bütün ilimleriyle sağlam bir Arapçaya sahip olmak, 2) Kur’anî nazmı (amudu) bilmek, 3) Nezâir (Kur’an'ın Kur’an ile olan tefsiri)
b) Harici sebepler: 1) Mütevatir-meşhur sünnet, 2) Hadis ve sahabe sözleri, 3) Esbab-ı nüzul, 4) Kur’an tefsirleri, 5) Kur’an'dan önceki ilahi kitaplar, 6) Eski Arap tarihi.
Islahi'ye göre 3 dâhili bir tane de harici (mütevatir sünnet) prensip kat'idir, diğerleri ise zannî prensiplerdir. Islahi'nin hassas olduğu başka bir konu da Kur’an dilidir. Bir kelimenin etimolojik bilgilerini; mecaz mı hakikat mi, Arapça mı yoksa Arapçalaşmış mı olduğunu anlamak için Kur’an'da geçmesinin çok önemli olduğunu ifade eder. Sözlüklerin ise yetersiz olduğunu kabul etmekle beraber dil için çok önemli bir yere sahip olduğunu belirtir.
Islahi mütevatir-meşhur sünnet ve hadis arasında bir taksim yapmaktadır. Böyle bir taksim yapmasında, birinin kat'i diğerinin ise zannî prensip olması yatmaktadır.
Esbab-ı nüzulün öncelikle Kur’an'dan çıkartılması gerektiğine inanan Islahi, şayet müfessir esbab-ı nüzulü Kur’an'da göremiyorsa, yine Kur’an'ın işaretiyle esbab-ı nüzul rivayetlerine ancak anlamaya yardımcı olabilmesi için bakabilir. Islahî’nin Hint-Alt kıtasında temsil ettiği İslami çizgi modernist Kur’aniyyun ekolüne ve gelenekçi Ehl-i Hadis’e karşı Kur’an merkezli sahih sünneti savunmak ve mutedil bir ıslah çizgisini devam ettirmektir. Türkiye’de çok fazla tanınmayan Islahî ve hocası Ferahî’nin ilmî birikimine bir örnek teşkil eden bu makale, birbirine çokça karıştırılan hadis ve sünnet kavramları konusunda da aydınlatıcı bir metin özelliği taşımaktadır.
***
GİRİŞ
Hadis ve sünnet genellikle eşanlamlı terimler olarak kabul edilmektedir. Bu doğru bir yaklaşım değildir. Hadis ve sünnet kelimeleri tümüyle farklı ifadelerdir ve her birinin şeriattaki konumu farklıdır. Her iki terime de aynı anlamı verecek olursak bir dizi karışıklık yaratmış oluruz. Bu yüzden hadis ilminin sağlıklı bir şekilde anlaşılması için hadis ve sünnet arasındaki farkı tam olarak bilmemiz gereklidir.
Hadis
Hadis, doğruluğu ispatlanmış veya hâlâ tartışmalı olup olmadığına bakılmaksızın Hz. Peygamber’in (s) bir sözünün, eyleminin veya onayladığı (tasvib) bir hareketin nakledilmesi anlamına gelir. Hadis âlimleri “tasvib”i belirtmek için “takrir” kelimesini kullanırlar. Takrir, Hz. Peygamber’in huzurunda iken, bir sahabenin belirli bir şekilde davranması, Peygamber’in bunu görmesi ve bu davranışı reddetmemesidir. Böylece bu kişi yaptığı eylemle ilgili olarak Hz. Peygamber’in zımni onayını almış olmaktadır.
Muhaddisler, hadis için “haber” terimini kullanır. Haber, doğru ve yanlış olma ihtimalini taşır. Diğer bir deyişle muhaddisler bir haberin sahih veya uydurma olabileceğine inanır. Bu sebeple hadisler zannî (her zaman yanlışlanma ihtimali mümkün olan, mutlak olmayan haberler) olarak da isimlendirilir. Yani bir hadis ‘sahih’ten ‘hasen’e, ‘zayıf’tan ‘mevzu’ veya ‘maklub’e dek uzanan kategorilerden herhangi birine dâhil olabilir. Bu yüzden bu kategorilerden her biri sahip oldukları değer mesabesinde ele alınmalıdır.2
Hadis veya Haberin Sınıflandırılması
Muhaddisler hadis veya haberi iki ana gruba ayırmışlardır:
1-Tevatür haber (Birden çok raviye sahip hadis)
2-Ahad haber (Tek raviye sahip hadis)
Tevatür Haber
el-Kifâye fi İlm’ur-Rivâye[1] eserinin sahibi Hatib el-Bağdadi “tevatür haber”i şöyle tanımlar:
“Normal şartlarda belli bir konu üzerinde aynı anda yalan üzere birleşmeleri imkânsız olan ve üzerlerinde bir baskı olduğuna dair herhangi bir kanıt bulunmayan çok sayıda insan tarafından aktarılan haberdir.”
Bildiğim kadarıyla “tevatür haber” tanımına uyan bir hadis yoktur. Bazen bir hadis meşhur haber3 konumuna atfedilir. Fakat dikkatlice incelendiğinde ortaya çıkar ki, Kur’an’ın nüzulüyle beraber ilk üç asırlık süre boyunca yalnızca bir yahut iki ravi belirlenebilmiştir, oysa haberi rivayet den ravilerin sayısı 3. veya 4. asır süresince artmış olmalıydı.
Ayrıca kanaatime göre “mütevatir haber” oldukları iddia edilen bu hadislerin tetkik edilmesi gerekmektedir. Eğer belirlenen standartlara uyum sağlıyorlarsa ancak o zaman mütevatir olarak kabul edilebilirler. Bu inceleme yapılmadan bu haberlerden herhangi birini mütevatir saymak doğru olmaz. Bununla beraber, mütevatirin bir dereceye kadar sünnetle ilişkili olduğu; sünnetin mütevatir (süreklilik) konumunda bulunduğu unutulmamalıdır. Buradaki tevatür olma durumu ise sözlü değil amelîdir. Bu konuya daha sonra değineceğiz.
Ahad Haber
Ahad haber, tevatür kadar sahih olmayan haberdir. Bu vakıada raviler birden fazla olsa dahi onların sayıları, haberde yalan veya şüphe olmadığının ileri sürülmesine imkân verecek kadar çok değildir. Gerçekte hadis hazinemizin büyük kısmını oluşturan ise bu kategoridir.
Kabul ve Ret Edilmesinden Hareketle Ahad Haberin Derecesi
Kifâye’nin yazarı, ahad haberi kabul ve reddedilme değeri bakımından 3 kategoriye ayırmıştır:
A-Doğruluğu apaçık olan rivayetler
B-Uydurma olduğu apaçık olan rivayetler
C-Mahiyetinin ne olduğunu belirleyemediğimiz rivayetler
Şimdi bunları ayrıntılı bir şekilde ele alalım:
Doğruluğu Apaçık Olan Rivayetler:
Kifâye yazarı aşağıdaki özellikleri taşıyan rivayetleri en üst kategoriye yerleştirmiştir:
1) İnsan zekâsı ve aklı tarafından gerçek olarak doğrulanan ve sağduyumuzun kolaylıkla kabul edebileceği rivayetler.
2) Kur’an ve sünnetin kesin emirlerini uygun bir şekilde detaylandıran rivayetler
3) Ümmet tarafından kabul edilen rivayetler
“Ümmet tarafından kabul edilen” şartında yer alan ümmet ile körü körüne taklit etmekten veya dine sonradan eklenen bidatlerden etkilenmemiş grubun kastedildiği anlaşılmalıdır. Hz. Peygamber (s) şöyle buyurmuştur:
“Ümmetimden bir grup her zaman için hakikate bağlı kalacaktır. Her kim onları bu yoldan ayırmayı denerse denesin onlara herhangi bir zarar veremeyecektir. Hatta öyle ki, onlar bu dünyadan ayrıldıklarında dahi inançlarına sıkı sıkıya bağlı kalacaklardır.” (Müslim, Bölüm 53)
Uydurma Olduğu Apaçık Olan Rivayetler:
Kifâye yazarı aşağıdaki özellikleri taşıyan rivayetleri ikinci kategoriye yerleştirmiştir:
1) İnsan aklı ve mantığı tarafından reddedilen rivayetler
2) Kur’an ve mütevatir sünnetin kesin emirlerinin karşıtı olan veya bu emirlerle çatışan rivayetler
3) Bazı önemli konularda insanlara rehberlik sağlamaları için ihtiyaç duyulan müspet ve kesin bilgileri içermesi gerekirken bu bilgiden yoksun olan rivayetler veya kimi önemli olaylarla ilgili olarak, yaşanan bu olaya dair çok sayıda ravinin rivayeti bulunması gerekirken yalnızca birkaç ravi tarafından aktarılan rivayetler.
Umum-i belva durumunda, yani çok sayıda kaynağın gerektiği durumlarda Hanefiler ahad habere bir önem vermezler. Bu gibi hallerde onlar genellikle içtihat ve kıyas yapmayı tercih ederler.
Mahiyetinin Ne Olduğunun Belirlenemediği Rivayetler:
Kifâye yazarı, sınıflandırmanın 3. grubunu Hz. Peygamber’in bazı emirleri hakkında birbiriyle çelişkili bulunan ve bu sebeple hangisine uyulması gerektiği hususunda karar vermenin zor olduğu rivayetlere ayırmıştır.
Bu gibi durumlarda benim kanaatim, bu rivayetlerin üsluplarının Kur’an ve sünnetin kesin emirleri ve diğer yönler açısından dikkatlice gözden geçirilmesi ve daha sonra en uygun olanın kabul edilmesi yönündedir.
Sünnet
Sünnet, kelime olarak ‘açık yol’, ‘izlenen yol’, ‘ezilmiş yol’, ‘işlek yol’, ‘düz yol’ gibi anlamlara gelir.
Kur’an’da terim olarak Allah’ın bütün kavimler için geçerli olan tutumu anlamında Allah’ın sünneti şeklinde kullanılır. Örneğin:
سُنَّةَ اللَّهِ فِی الَّذینَ خَلَوْا مِنْ قَبْلُ ۚ وَکَانَ أَمْرُ اللَّهِ قَدَرًا مَقْدُورًا
“…Önce gelip geçenler arasında da Allah’ın sünneti böyle idi. Allah’ın emri mutlaka yerine gelecektir.” (Ahzab, 33/38)
فَهَلْ یَنْظُرُونَ إِلَّا سُنَّتَ الْأَوَّلِینَ ۚ فَلَنْ تَجِدَ لِسُنَّتِ اللَّهِ تَبْدیلًا ۖ وَلَنْ تَجِدَ لِسُنَّتِ اللَّهِ تَحْوِیلً
“…Onlar öncekilere uygulanan kanundan başkasını mı bekliyorlar? Allah’ın sünnetinde asla bir değişme bulamazsın.” (Fatır, 35/43)
Bu anlamı dışında biz burada Hz. Peygamber’in sünnetinin tanımını tartışacağız. Bu anlamıyla sünnet, şeriatın öğretmeni konumunda olması hasebiyle Hz. Peygamber’in hem teorik hem pratik olarak insanlara öğrettiği yaşam tarzı anlamına gelir. Ki, bu yaşam tarzında Hz. Peygamber kişinin Allah’ın emirlerine tam olarak uymasıyla O’nun rızasını kazanmasını sağlayacak bir hayata ulaştıran ideal standartları belirlemiştir. Bu görev onun bir peygamber olarak konumunun getirdiği zorunlu bir sonuçtur. Kur’an’da bu hususla ilgili şu ayetler yer alır:
لَقَدْ مَنَّ اللَّهُ عَلَی الْمُؤْمِنِینَ إِذْ بَعَثَ فِیهِمْ رَسُولًا مِنْ أَنْفُسهِمْ یَتْلُو عَلَیْهِمْ آیَاتِهِ وَیُزَکِّیهِمْ وَیُعَلِّمُهُمُ الْکِتَابَ وَالْحِکْمَةَ وَإِنْ کَانُوا مِنْ قَبْلُ لَفِی ضَلَالٍ مُبینٍ
“Andolsun ki içlerinden kendilerine Allah’ın ayetlerini okuyan, kendilerini kötülüklerden temizleyen, onlara Kitab ve hikmeti öğreten bir peygamber göndermekle Allah, müminlere büyük bir lütufta bulunmuştur. Hâlbuki daha önce apaçık bir sapıklık içinde idiler.” (Âl-i İmran, 3/164)
لَقَدْ کَانَ لَکُمْ فِی رَسُولِ اللَّهِ أُسْوَةٌ حَسَنَةٌ لِمَنْ کَانَ یَرْجُو اللَّهَ وَالْیَوْمَ الْآخِرَ وَذَکَرَ اللَّهَ کَثِیرًا
“Andolsun ki Resulullah, sizin için, Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çok zikredenler için güzel bir örnektir.” (Ahzab, 33/21)
Hiç şüphesiz, hayatın her aşamasında Hz. Peygamber (s) tarafından bize rehberlik etmek amacıyla konulan ideal örneklere sahibiz. Bilmemiz ve öğrenmemiz gereken İslam’ın davranış kuralları ve emirleri onun aracılığıyla uygulamalı olarak bizlere gösterilmiştir.
Hz. Peygamber’i yalnızca bir posta taşıyan kurye konumuna indiren ve sünnete inanmayanların bakış açıları tamamen asılsızdır ve saçmalıktan ibarettir. Hz. Peygamber yalnızca Kur’an’ı insanlığa ulaştıran bir elçi değildir. O, aynı zamanda muallim-i şeriat (şeriat öğretmeni) ve müzekkin nüfus, yani nefisleri arındırandır. Onun tüm hayatı bizim için en yüksek idealdir ve ancak yaşamın her bir alanında onun izini takip edersek hayatlarımızı hakiki erdem içerisinde ve İslami modele göre sürdürmüş oluruz.
Sünnete Duyulan İhtiyaç
Allah tarafından bizlere Kur’an vasıtasıyla bahşedilen din, sadece hayat için belli temel ilkeleri koymuştur. Bu yüzden ayrıntılı izahları içermez. Ayrıntılarla ilgili olarak ümmetin kapsamlı bir şekilde eğitimi tümüyle Kur’an öğretmeni olan Hz. Peygamber’in şahsına bırakılmıştır. İslam’ın tüm yapısı Peygamber’in sünneti aracılığıyla bina edilmiş ve tamamlanmıştır. Örneğin namaz, oruç, hac, zekât ve diğer farzlar ve dinî pratiklerle ilgili temel emirler hiç şüphesiz Kur’an tarafından konulmuştur. Fakat bahsedilen bu konularla ilgili detaylar Kur’an’da yer almaz; hatta öyle ki namaz için son derece önemli olan namaz vakitleri, tam sayısı, her namazdaki rekâtların sayıları gibi hususların detaylarından dahi bahsetmez. Aynı durum diğer ibadetler, emir ve kurallar için de geçerlidir. Örneğin Kur’an hırsızlığın cezası olarak el kesmeyi emretmiştir. Ama hırsızlığın tanımının ne olduğunu veya elin hangi noktadan itibaren kesilmesi gerektiği gibi hususların detaylarını açıklamak Hz. Peygamber’e bırakılmıştır. Şimdi eğer biz sünneti İslam’ın kaynağı olarak kabul etmezsek belki temel prensipler hakkında bir bilgi elde edebiliriz ama buna karşın tıpkı İslam öncesi cahiliyedeki Hz. İbrahim’in dininin takipçileri gibi dinin pratik halinden bihaber kalmış oluruz. Onlardan bazıları Kâbe’nin duvarlarına yaslanıp şöyle haykırırlardı: “Allah’ım! Sana ibadet etmek için en doğru yol nedir bilmiyoruz. Eğer bilseydik muhakkak ki en güzel şekilde yerine getirirdik!” İşte bu, sünnetin, Kur’an’ı açıkladığını göstermektedir. Bu sebeple Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
“Bana Kur’an’la birlikte onun bir benzeri verildi.” (Ebu Davud, Kitabu’s-Sunne, Bölüm: 6)
Bu sebeple sünnetin de Kur’an kadar bizim üzerimizde bağlayıcılığı vardır. Allah bizler için elçisini Kur’an’da hiçbir şeyin muğlâk kalmamasını sağlamak amacıyla görevlendirmiştir. Kur’an, Resulullah’ın Kitab’a göre hareket etmesi suretiyle mükemmel bir biçimde, somut ve ideal bir şekilde insanoğluna vahyedilmiştir.
Böylece Kur’an ve sünnet arasındaki ilişkinin beden ve ruh arasındaki ilişki gibi olduğunu görmüş bulunuyoruz. Diğer bir deyişle Kur’an’ın ruhu Hz. Peygamber’in sünneti içerisinde bir şekil almıştır. İslam’ın muhteşem yapısını tamamlamak için ikisi bir arada bulunur. İkisinden birini göz ardı etmek bütün yapının dağılmasına neden olur.
Kur’an ve Sünnet Arasındaki Karşılıklı İlişki: Doğal Bir Bağlantı
Kur’an ve sünnet arasında Allah tarafından kurulmuş olan bu ilişki tesadüfî değildir. Bilakis sağduyu ve aklın gerektirdiği bir durumdur. İnsani meselelerin bir sınırı yoktur ve sadece tek bir kitabın bunları kapsaması da mümkün değildir. Her şeyi kapsamak için sınırsız kayıtlara ihtiyaç vardır.
Ayrıca yalnızca teorik olarak öğretmenin yeterli olmayacağı şeyler vardır. Pratik olarak gösterilmelidirler. Aksi takdirde bu gibi meseleler hakkında yalnızca sözlü eğitim verilmesi yararlı olmayabilir. Gerçekte pratik olarak gösterilmesi gereken konular sözlü olarak neredeyse hiç açıklanmamıştır. Bu görev için Hz. Peygamber seçilmiş, sahabe zinciri tarafından bu uygulamalar izlenmiş ve daha sonraki âlimler yeryüzünde İslam’ın meşalesini tutmuşlardır. İşte bu sebeple, kendini Allah’ın dininin ışığını yaymaya adayan inananlar, Peygamber’in (s) sünnetine uymaya son derece önem vermektedirler. Bununla birlikte diğerlerini de Peygamber’in sünnetini yaşamaları noktasında canlandırmak için en ufak konularda dahi çok dikkatli olmalıdırlar.
Sünnetin Alanı
Bu noktada açıkça anlaşılmalıdır ki, sünnet, tamamen hayatın pratik yönü yani günlük yaşamımızın parçası olan eylemlerle ilgilidir. İnançlar ya da teorik konular sünnetin kapsamının dışındadır. Örneğin sünnetin iman, tarih, Kur’an ayetlerinin nüzul sebepleri vb. konularda yapacağı (ortaya koyacağı) bir şey yoktur.
Sünnet Hadislere Dayanmaz
Sünnet, daha önce de değindiğimiz gibi doğru veya yanlış olma ihtimaline sahip olan hadisler üzerine kurulamaz. Aksine, ümmetin Sünnet-i Nebevî’ye olan bağlılığına dayandırılır. Nasıl ki Kur’an’ın doğruluğu sözlü olarak devamlılığının sağlanmasıyla kanıtlanıyorsa, aynı şekilde sünnetin doğruluğu da ümmetin uygulamalarındaki süreklilikle kanıtlanır. Örneğin bizler namazlarımızdaki, hacdaki ve bu gibi ibadetlerdeki bütün detayları birkaç ravinin bizlere açıklamış olduğu için uygulamıyoruz, bilakis Hz. Peygamber yapmış olduğu için bizler de ona uygun davranıyoruz. Daha sonra bu uygulamaları onun aracılığıyla sahabeler öğrenmiştir ve onlar aracılığıyla artlarından gelen tabiun nesli, onlardan da halefleri öğrenmiştir. Bu şekilde sonraki kuşaklar selefleri aracılığıyla öğrenmeye devam etmiştir. Bununla beraber rivayetlerin bu gerçeği kanıtlaması durumunda ek delil olarak kabul edilmeleri mümkündür. Fakat eğer rivayetlerde herhangi bir değişiklik bulunursa, bu durumda tercih edilmesi gereken her halükarda devamlı olarak uygulanagelen ameldir. Ahad haberin sünnetten farklılık arz ettiği görülürse farklılığın sebepleri araştırılmalıdır. Ama eğer farklılık açıklanamıyorsa rivayeti terk etmek durumunda kalırız. Çünkü ahad haberin doğruluğu kesin değil varsayımsaldır, oysa sünnet kesin bir gerçekliğe sahiptir.
Malikî fıkhında, Medine ehlinin amelinin ahad habere tercih edilmesinin altında yatan temel ilke de budur. Onlar Medine ehlinin uygulamalarını kesin kanıt olarak görürler ve “Bizim aramızda sünnet böyledir.” derler. Benzer şekilde Hanefiler de Umum-i belva ile ilgili meselelerde ahad habere bir önem vermezler ve aynı ilkeyi uygularlar.
Ümmetin devamlı olarak yerine getirdiği uygulamaların Hz. Peygamber’in, raşid halifelerin ve sahabelerin ameli olduğu gerçeğini unutmamalıyız. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
“Benim sünnetim ve raşid halifelerin sünneti üzerine olmak sizler için mecburidir.” (İbn Mâce, Bölüm: 6)
İslam ümmetinin ana damarını işte bu grup oluşturmaktadır. Günümüzde çok sayıda grup Kur’an ve sünnetin apaçık zıddı olan uygulamaları yerine getirmektedir. Bunlar kâfirlerle aynı kategoridedirler. Hz. Peygamber ana damardan ayrılmanın sapkınlık olduğunu ve bu sapkınlığın da cehennem ateşine götüreceğini söylemiştir.
Sünnete İnanmayanlar Kur’an’ı Nasıl Kabul Edecek?
Sünneti reddeden kimseler Kur’an’a inandıklarını ama sünnete inanmadıklarını iddia etmektedirler. Mushaf’ın kesin olması, ümmetin mütevatir aktarıma uymasıyla kanıtlanmaktayken, sünnet de ümmetin amelî mütevatire uymasıyla kanıtlanmıştır, bu yüzden onların mantığını anlamak zordur. Eğer sünnet reddedilirse Kur’an’ı kabul etmek için bir gerekçe de kalmaz. Her ikisinin delillerinde neredeyse hiçbir fark söz konusu değildir.
Daha önce değinmiş olduğumuz hadis ve sünnet arasındaki fark çok daha önemlidir. Eğer bu fark göz ardı edilirse, birkaç hadisin reddedilmesinden sünnetin reddedilmesi gibi bir anlamın çıkmasının yolu açılabilir. Bundan sonra ise hadise inanmayanlar tarafından hadise yönelik ileri sürülen bütün şüphelerin, sünneti de içerecek şekilde genişlemesi söz konusu olur. Ki, daha önce değindiğimiz gibi bu da Kur’an’ın reddedilmesiyle aynıdır.
Hadis inkârının tarihini bilenler, gerçekte bu inkârın yarattığı zararın boyutlarını da biliyorlar. Durum anormal ve çelişkili olan birkaç hadisi aşmış ve İslam’ın temellerini reddetme noktasına varmıştır. Daha sonra bu konu çok ciddi tartışmalara dönüştü. Tartışmaların sıcaklığında insanlar hadis ve sünnet arasındaki farkın işaretlerini kaybettiler. Bu fikir savaşında ne saldıran taraf neye saldırdığının ne de savunan taraf tam olarak neyi savunması gerektiğinin farkındaydı. Farklı cephelerde boş yere enerjilerini harcadılar. Sonuçta cehaletleri içerisinde her iki taraf da kaybetti.
Hadise inanmayanlar iddialarını küfrün sınırlarına varmaya kadar götürdüler, öte yandan hadis yanlıları ise hadisle beraber sünneti de boşu boşuna atış alanına sürüklediler.
Her Uygulamada Sünnet Değişebilir
Sıradan bir kimse bir konuda birden fazla sünnetin olabileceğinin farkında olmayabilir. Bu konuda yeterli bilgiye sahip olmadıklarından dolayı sünnetin izinden gidenler kendi içlerinde farklı mezheplere ayrılabilir ve bir diğerini sünneti göz ardı etmekle suçlamaya devam eder. Fakat eğer bu konuda birbirlerine karşı adil ve dürüst olurlarsa herhangi bir konuyla ilgili sünnetin değişiklik gösterebileceğini anlamaları çok zor olmaz.
Hz. Peygamber’in son hac vazifesini yerine getirmek için Mekke’ye gittiğinde bir yere oturduğu ve insanların da gruplar halinde ona danışmak için yanına yaklaşmaya başladığı rivayet edilir. Bu kişilerden biri ona gelerek bir konuyla ilgili daha önce yapmış olduğu davranışını Peygamber’e anlatmıştır. Hz. Peygamber de onun bu davranışında bir sakınca olmadığını söylemiştir. Yine bir başkası yanına gelerek özel bir meseleyle ilgili nasıl davrandığını ona aktarmıştır. Hz. Peygamber aynı şekilde bu davranışı da onaylamıştır. Benzer şekilde insanlar farklı konularla ilgili nasıl davrandıklarını Hz. Peygamber’e anlatarak onun konuyla ilgili görüşlerini almak istemişlerdir. Rivayetlerde anlatılanlara göre Hz. Peygamber kendisine anlatılan bütün bu farklı amelleri onaylamış, hiçbirini onaylamazlık etmemiştir.
Anlaşıldığı kadarıyla bunun sebebi, onların hepsinin de sünnetin kapsamı içerisinde davranmış olmalarıdır. Bir amelin özünü ve esasını titizlikle muhafaza etmekle beraber görünüşte bir farklılık olursa bu davranışın sünnetin sınırlarını aştığı söylenemez.
Örneğin “teşehhüd”le ilgili rivayetlerin hepsi fıkıhta söz sahibi olan sahabelere dayandırılmaktadır. Her birinin sözleri farklılık gösterse de hepsinin altında yatan ruh aynıdır. Farz edelim ki, bir kimse Hz. Ömer veya Hz. Abdullah bin Ömer’e atfedilen teşehhüdü uygulamayı seçiyor ve Hz. Aişe veya Hz. Abdullah bin Mesud’un amelini uygulamıyor. Şimdi bizim bu kimsenin amelinin sünnete aykırı olduğunu iddia etmemizin haklı bir gerekçesi bulunabilir mi? Elbette tercih edilen uygulama ve onun doğruluğu akademik olarak tartışılabilir. Fakat bu uygulamalardan herhangi biri sünnete aykırı olduğu söylenerek reddedilebilinir mi?
Bana göre aynı durum namaz esnasında sessizce veya işitilebilecek şekilde söylenen yahut namazdayken kolların göğüs hizasının altında birleştirildiğinde ya da serbest bırakıldığında söylenen “Âmin” kelimesi için de geçerlidir. Bu farklı uygulamaların sünnet olarak addediliyor olması muhtemeldir. Gerçekten de bu farklılıkların sünnet olduğunu destekleyici argümanlara sahibiz. Bu uygulamalardan bazıları kimi yerlerde diğerlerinden daha fazla yaygınlık kazanabilir. Fakat onlardan hiçbiri sünnete aykırı olduğu gerekçesiyle bir kenara bırakılamaz. En fazla diğerlerine nazaran öne çıkan bu uygulamanın önem derecesi sorgulanabilir. Fakat bu, onun sünnet konumunda olduğunu inkâr etmeye yeter sebep değildir.
Çeviri: Meryem Özdemir
Dipnotlar:
1-Bu makale Emin Ahsen Islahî’nin hadis ilminde temel kitaplardan biri olarak kabul edilen “Tedebbur-i Hadis” adlı eserinden çevrilmiştir... (Tahkik: Bülent Şahin Erdeğer)
2-İbn Hacer, hadis terimlerini söyle açıklamıştır: Sahih: Ravileri adil, dürüst, dindar, sağlam ve güvenilir hafızaya sahip olan; görünür veya gizli kusurları bulunmayan ve daha güvenilir ravilerin sözlerine muhalif olmayan hadistir. Hasen: Ravilerinin, sahih hadisin ravilerinden çok daha az ilmî kapasiteden yoksun olduğu ama bunun dışında sahihin taşıdığı bütün şartları yerine getiren hadistir. Zayıf: Sahih veya hasen hadislere muhalif veya ravi zincirinde bir halkası kayıp veya ravisinin yeterli niteliklerden yoksun olduğu hadis. Mevzu: Ravisinin yalan ve hata ile itham olunduğu hadis Maklub: İki farklı rivayette ravi isimlerinin değiştiği hadis.
3-Meşhur Haber: Her nesilde 3 veya daha fazla ravi tarafından rivayet edilmiş olan hadistir.
Yazı kaynağı : www.haksozhaber.net
Yorumların yanıtı sitenin aşağı kısmında
Ali : bilmiyorum, keşke arkadaşlar yorumlarda yanıt versinler.