hoşgörülü bir politika izledikleri için türkler bu devlet zamanında islamiyeti kabul etmiştir
hoşgörülü bir politika izledikleri için türkler bu devlet zamanında islamiyeti kabul etmiştir Ne90'dan bulabilirsiniz
6. Sınıf Sosyal Bilgiler Türklerin İslamiyet'i Kabulleri konu anlatımı
Türklerin İslamiyet'i kabulü belirli bir zaman içerisinde olmuştur. Bu durum uzun bir zamana yayılmıştır ve farklı savaşlar ile beraber gerçekleşmiştir. Yapılan savaşlar neticesinde yakınlaşma ile Türkler İslamiyet ile tanışarak İslamiyet’i kabul etmiştir. Şimdi bu süreçleri sırasıyla ele alalım ve inceleyelim.
Türklerin İslamiyet'i Kabulleri
Türklerin İslamiyeti kabul etmesi ve Müslüman olması aslında kolay olmuştur. Ancak kolay olmasına rağmen hemen olduğunu söylemek doğru değil. Bu süreç içerisinde Türklerin İslam kültürünü benimsemeleri belirli bir zaman almıştır.
Hz. Ömer döneminde İslam devletinin İran topraklarını fethetmesi ile beraber, Türklerin Orta Asya'dan İran'a göç etmesi ile ilk buluşma gerçekleşmiştir. Ardından uzun bir süre Hz. Osman döneminde Türk-Arap çatışmaları yaşanır. Bu çatışma Emeviler döneminde de devam ederken daha sonra Abbasiler döneminde yumuşamaya başlamıştır. İşte bu dönemlerde Türk Arap ilişkileri daha iyi bir seviyeye ulaşır.
Bu dönem içerisinde İpek Yolu'nu tamamen eline geçirmek isteyen Çinliler ile Abbasiler arasında Talas Savaşı (751) gerçekleşir. Bu dönemde İpek Yolu'nun Çinlilere geçmesini istemeyen Karluk, Çiğil ve Yağma Türkleri Abbasilere yardım ederek bu savaşı Müslümanların kazanmasına olanak tanımıştır.
Not: Talas Savaşı ile beraber Türkler İslamiyet’le tanışmış olur. Bu dönemde Orta Asya'da yayılmaya devam eden İslamiyet ile beraber, Türk Arap ilişkilerinin güçlenmesi sayesinde Türklerin İslamiyet dönemi başlar.
Türkler Neden İslamiyet’i Benimsedi?
Türklerin İslamiyet’i benimsemesi birçok farklı sebepten dolayı gerçekleşmiştir. Şimdi bu sebepleri inceleyelim ve neler olduklarını bakalım.
- Tek Tanrı inancı hem İslamiyet’te hem de Türklerde aynıdır.
- İslamiyet’te ve Türk töresinde yalan ve hırsızlık yasaktır. Aynı şekilde güzel ahlak övülürdü.
- Türklerde ölümden sonraki Hayata inanış vardır. (Tabu ve Uçmağ) Aynı şekilde İslamiyet’te de Cennet ve Cehennem inancı vardır.
- Türklerde hoşgörü ilkesi vardır ve İslamiyet hoşgörü dinidir.
- Hem İslamiyet hem de Türklerde ayrımı yoktur.
- Türklerde vatan sevgisi vardır ve İslamiyet’te vatan sevgisi kutsaldır.
- Türkler Temizliğe çok önem verirdi ve İslamiyet’te, ‘Temizlik imandan gelir’ ilkesi bulunur.
Bütün bu özellikler Türklerin İslamiyet'i benimsemesinde yeterli olmuştur. Böylece zaman içerisinde İslam kültürünü iyice benimseyen Türkler, böylece Müslümanlığın kalkanı haline gelmiştir. Özellikle Bizanslı ve Haçlılar ile beraber Moğol baskısına karşı Müslümanlar savunma oluşturmuş ve uzun yıllar korumuştur. Üstüne üstlük daha geniş coğrafyalara İslamiyet’in yayılmasına imkan vermişlerdir.
Zaman içerisinde Türk kültürü ve İslam kültürü sentezlemesi sayesinde, Türk-İslam Kültür oluşmuştur. Bu kültür ve benimseme ile beraber yıllar içerisinde Türk İslam devletleri sahneye çıkmıştır. Böylece farklı zamanlarda ve yıllarda kurulan Türk devletleri Toprak kazandıkça, İslamiyet o bölgelerde daha geniş bir alana yayılmıştır.
Özellikle Türklerin gelenek ve görenekleri ile beraber İslamiyet'in benzerlik göstermesi, Türklerin İslamiyet'i kabul etmesindeki en önemli hususlardan biridir. Ayrıca Türklerin İslamiyet’i kabul etmesi ile beraber Hristiyanlık ile İslamiyet arasındaki coğrafi açıdan bir denge oluşmuştur. Böylece Avrupa ülkelerinin Anadolu'ya geçerek başka ülkelerin topraklarına katması engellenmiştir.
Türklerin İslamiyet sahnesindeki yeri yukarıdaki saydıklarımız ele alınınca çok önemli olduğu anlaşılıyor. Özellikle birçok ortak anları ve görüşleri ile beraber Türklerin İslamiyet’i kabul etmesi kaçınılmazdı. Orta Asya'dan göç ederek başlayan Türklerin İslamiyet tarihi, zaman içerisinde dünyanın çok daha geniş bölgelerine yayalım göstermiştir. Bu sayede çok büyük bir tarih günümüze kadar ulaşmıştır.
Yazı kaynağı : www.hurriyet.com.tr
Türk Yurdu Dergisi
Türkler, kültürlerinin temel karakteristiklerinden birini oluşturan hoşgörüye merkezî bir değer atfetmişlerdir. Farklı kültür ve inanç mensuplarıyla birlikte hatta aynı yönetim altında uyum ve işbirliği ile hayatlarını hoşgörü anlayışı çerçevesi içerisinde sürdürmüşlerdir. İslamiyeti kabul ettikten ve Anadolu’yu kendilerine vatan edindikten sonra hoşgörü, eşitlik, adalet, insan sevgisi gibi temel değerlerini İslamî inanç ve prensiplerle harmanlayıp kısmen de yeni yerleşim yerlerindeki çeşitli kültür ve gelenekleri bu sürece katarak kendilerine özgü bir İslamî yorum ve anlayışı da oluşturmuşlardır. Böylece tarihsel köken itibariyle Türk toplumunun temel değerlerinden biri olan hoşgörü anlayışı çeşitli faktörlerin etkisiyle Türklere özgü bir karakter kazanmıştır. Her şeyden evvel çeşitli inanç, kültür ve yaşam biçimlerine saygılı olma anlamındaki hoşgörü anlayışı, toplumsal istikrar ve dayanışmaya katkı sağlayarak sistemsel bir bütün olan toplumun varlığını sürdürmesinde önemli bir işlevi de yerine getirmiştir.
Batı’da “tolerans” sözcüğü ile ifadelendirilen ve daha çok aydınlanmacı düşüncenin etkisiyle teorik bir yapı kazanan bu anlayışın Türk versiyonu, hem Batı’daki tolerans ile ilgili fikirlerden hem başka yerlerdeki karşılıklarından oldukça farklı bir anlam ve içeriğe sahiptir. Hoşgörü, “başkalarının değer verip savundukları görüş, düşünce ve duyguları bizimkilerle çelişse dahi anlayışla karşılamak, onlara tahammül etmek ve katlanmak olarak tanımlanabilir”[1] Batılı tolerans anlayışı, diğerine tahammül etme anlamında “faydacı” vurgusuyla ve pragmatist eğilimiyle öne çıkmaktadır.[2] Oysa ‘hoşgörü’nün Türk kültüründeki gelişim seyri yakından incelendiğinde bu kavramın değer ve moral inanç yönüyle ve manevi-ruhsal boyutuyla kendine özgülüğü açıkça görülür.
Günümüzdeki tolerans söyleminin liberal geleneğin bir parçası ve Batı medeniyetinin bir ürünü olduğu yönünde daha açık Batılı etnosentrik vurgulu açıklamalar dikkatlerden kaçmamaktadır. Nitekim ortaçağ düşünürlerinden Salisbury’li John (115-1180) ve diğerlerinin hoşgörü kavramsallaştırmaları siyasi-pragmatik değerlendirmelere dayandırılmıştır. Yine erken modern dönem yazılarda toleransa liberal çerçevede yaklaşılmış ve pragmatist anlayış ağırlığını korumuştur. Mesela Locke (1632-1704) ateistlere karşı toleranssız oluşuyla meşhurdur.[3]
Ahlak felsefesinde biri ödeve dayalı diğeri de sonuççu olmak üzere iki ayrı ahlak felsefesi önem kazanmıştır. Bunlardan ödeve dayalı ahlak teorileri, bazı eylemlerin onlardan çıkan sonuçlardan bağımsız olarak mutlak doğru veya yanlış olduğu görüşünü benimser. Diğer teori ise ahlaki bir eylemin, sadece bireysel eğilim, his ya da aksiyonu gerçekleştiren kişiye sağlayacağı statü ve itibara göre anlamlandırılmayı dikkate alır. Buna göre büyük ölçüde İslami geleneğin şekillendirdiği ahlakilik çerçevesinde Türkler arasında yaygın olan hoşgörü değeri sonuçlarından bağımsız olarak dini-ahlaki bir görev olarak benimsenir. Öte yandan Batı toplumunda daha ziyade sonuççu etik teorinin izleri görüldüğünden bireyin tüm ahlaki eylemlerinde olumlu beklentilerin gerçekleştirilmesi arzu edilir.[4]
Türk kültüründe kendine özgü içerik ve anlama sahip olan hoşgörü anlayışı hem Batı’da aydınlanma ile başlayan tolerans doktrin ve pratiklerinden tarih itibariyle daha uzun bir geçmişe sahip olması hem değer yönünün öne çıkmasıyla benzerlerinden ayrılmaktadır. Bu yüzden düşünce sistemlerini hoşgörü ve insan sevgisi temelinde oluşturan büyük Türk filozof ve düşünürleri farklı inanç ve kültür mensubu olanlara hoşgörülü davranma anlamında insanlık tarihinde seçkin bir yere sahip olmuşlardır. Bu yüzden hoşgörü ve insan sevgisinin Türk-İslam düşüncesinin her safhasında merkezî bir konumda oluşu bu temel değerlere verilen önemin bir göstergesidir.
Hoşgörüye dayalı toplumsal yapının oluşumunda birçok faktörün yanı sıra Türklerin İslam’ı kabul etmelerinden önceki dinî inanç ve pratiklerinde mistik anlayışın da etkisi büyük olmuştur. Bu bakımdan Türklerin tanrı-insan ve insan-insan ilişkilerinin belirlenmesinde bu dinî mistik geleneğin İslam’ı özümsemede önemli olduğu söylenebilir. Her şeyden evvel Türk kültürel geleneğinde hoşgörünün, hoş gören ve hoş görülen tarafın insan oluşu ekseninde geliştiği göz ardı edilmemelidir.
Türklerin İslamiyet’i kabul etmelerinden sonra gerek kendilerine özgü geliştirdikleri hoşgörü anlayışları, gerek dinî-İslâmî tekstlerde bu konuyla ilgili beslendikleri değer ve normlar, toleranslı yaşamanın bir hayat biçimi haline getirilmesine neden olmuştur. Şüphesiz dinî metinlerin ve prensiplerin bireylerin davranışları üzerinde motive edici etkiye sahip olduğu bilinmektedir. Ancak daha derinlikli sosyolojik analizlerin, bu tekstlerdeki hoşgörü ile ilgili fikirlerin gelişmesiyle ilgili olduğunu düşündüğümüz toplumsal bağlamını (kontekst) da dikkate almamızı gerekli kılmaktadır. Türk insanı bireysel aktör olarak dinî metinleri (tekstleri), bağlamları içerisinde ve kendi kültürel yapılarının etkisi altında yorumlayarak yeni bir hoşgörü anlayışını oluşturmuştur. Toplumsal düzen ve istikrarın sağlanmasında paylaşılan değer ve moral inançların ya da Durkheim’in deyimiyle kolektif bilincin önemli olduğu, bu çerçevede meydana getirilen hoşgörü anlayışının Türk toplum tarihinde son derece etkili olduğu görülmüştür.
Dinin toplumsal hayatın sürdürülmesinde fonksiyonel ön gereklilikten biri olan entegrasyonu sağlamada önemli rol oynadığını, fonksiyonalist sosyal teorisyenler kabul etmektedir. Dinin temel girdilerden birini oluşturduğu değerler üzerinde bir konsensüsün sağlanması sosyal birliğin ve entegrasyonunun temini bakımından hayati öneme haizdir. Hoşgörü değeri aile ilişkilerinden tutun da dini tutumların anlaşılmasına ve kültürel faaliyetlere kadar toplum hayatı için son derece önemli olmaktadır. Hoşgörünün zıddı olan fanatiklik ise hayatın tüm katmanlarında durgunluk, dar görüşlülük ve entelektüel gerilik anlamına gelmektedir.
Müslüman çoğunluklu toplumlarda hoşgörü değerinin birçok örneklerine rastlamak mümkündür. Yahudi asıllı İbn Meymun, Hristiyan İbn Luka ve Sabii dinine mensup İbn Kura, inanç ve etnik köken farkı gözetilmeden Müslüman âlimlerin yanında ilmin gelişmesine katkıda bulunmuşlardır.[5]
Çeşitli Türk Devletlerinde Hoşgörü Örnekleri
Türk tarihine hoşgörü perspektifinden baktığımızda, Türklerin gerek İslam öncesi dönemde gerek İslamiyeti kabul etmelerinden sonra gittikleri yerlerde diğer inanç mensuplarına ve kültürel topluluklara karşı son derece toleranslı olduklarını görürüz. Şüphesiz Türk kültüründe kolayca ayırt edilebilen hoşgörü anlayışına katkıda bulunan birçok faktörün yanında Maniheizm, Zerdüştlük, Budizm gibi çeşitli dini gelenek mensuplarıyla bir arada yaşama tecrübesi ile kendi İslam öncesi dini inanç biçimi olan Şamanizm ve diğer kültürlerle temas kurabilmeleri ve bunlarla karşılıklı etkileşim ilişkisi içerisine girebilmelerinin payı vardır. Öte yandan Türk doğacılığı[6] adı verilen dini değerlere bağlılık ve bununla ilişkili oluşturulan güçlü aile yapısı, hoşgörü anlayışının ve insan sevgisine dayalı Türk hümanizmasının gelişmesinde etkili olmuştur. Türkler arasında her varlığın bir ruha sahip olduğu şeklinde bir inanış ve kanaat vardır. Bu inanış şekline göre tabiattaki hiçbir obje ve varlığa zarar verilmemesi istenir. İşte bu anlayış çerçevesinde büyük Türk mütefekkiri Mevlana, incinsen de incitme diyerek toleranslı davranış biçiminin ne olduğunu veciz bir şekilde ifade etmiştir.
Orta Asya Türk toplulukları arasında İslamiyet, hoşgörüye dayalı İslami yorum ve anlayışın temsilcileri vasıtasıyla geniş bir yaygınlığa kavuşmuştur. Şüphesiz bu süreçte İslam’ın Hanefi- Maturidi yorumunun etkisi büyük olmuştur. Bu dini anlayış ve geleneğin İslam öncesi mahalli örf adetlere, yaşama biçimi ve uygulamalarına karşı hayli toleranslı oluşu, kadın haklarına önem vermesi, davranışsal tutuculuk anlamına gelen ortopraksiden çok ortodoksiyi öne çıkarması, farklı düşünce ve inançlara karşı hoşgörülü tutum ve davranışı benimsemesi Türkler için cazip olmuştur.[7] Görüldüğü gibi Türk kültürel değerleriyle İslamiyet arasındaki uzlaşma Türk toplumsal hayatında yeni bir sentezle ortaya çıkmış ve bu dinamik anlayış İslam’ın Türkler arasındaki kabulünü kolaylaştırmıştır.
Hoşgörü temelli bu yeni inanç ve anlayış biçimi, mesela katı Hanbelî İslam yorumuna göre Türk-İslam sentezine dinamik bir karakter kazandırmıştır. Şüphesiz bu yorum ve anlayış biçimi, radikallik ve fanatiklik gibi hoşgörüsüz davranışların Türkler arasında yaşamasına fırsat vermemiştir. Ayrıca Orta Asya Türkleri arasında hayli yaygın olan tasavvufi geleneğin fanatisizmi önleyen bir başka yol olduğunu da belirtmekte yarar vardır. O halde insan sevgisi, onun hak ve özgürlüklerine saygı gösterilmesi ve bununla ilişkili din ve vicdan hürriyeti, Türkler arasında yaygın bir şekilde yaşamış ve birçok tarihi belge bu anlayışa tanıklık etmiştir. Mesela Jan Jak Rousseau, Emil isimli çalışmasında Türklerin oluşturdukları çeşitli yardım kuruluşları vasıtasıyla fakirliği önlediklerini ve kendi dinlerinden farklı inanç grubuna mensup olanlara bile kapılarını açmak suretiyle ne kadar hoşgörülü bir tavır sergilediklerini belirtmektedir.[8]
Bu görüşler çerçevesinde, çeşitli kültür ve inançlarla etkileşim yoluyla iyice gelişen hoşgörü değerine dayalı İslamî anlayışın Türkler arasında hâkim bir konum elde ettiği söylenebilir. Öte yandan ipek yolu boyunca gerçekleştirilen kervan ticareti çeşitli dinî kültürel gelenekleriyle daha şehir merkezli İslam anlayışının gelişmesine yol açmıştır. Böylece Hanefî-Mâturîdî İslam yorumuna dayalı zengin dinî-teolojik kültür, Orta Asya’da ticaret yolları üzerinde gelişme gösteren birçok şehir merkezinde XI. ve XII. yüzyıllarda egemen olmaya başlamıştır.
Bu dinî gelenek, İpek Yolu’nu gölgeleyen deniz ticaretinin yol açtığı yeni ulaşım yolları ve fırsatlarıyla değişik bir görüntü almaya başlamıştır. Yani karasal örgütlenme temelli ticaret yollarının giderek önemini kaybetmesiyle bu nispeten bağımsız İslamî anlayış ve gelenek de orijinal düşünüş biçiminden ayrılıp Orta Doğu’daki dinî gelişmelere bağımlı hale gelmeye başlamıştır. Böylece “çevre”nin kendine özgü dinî-teolojik düşünce sistemi, merkezin dinî anlayış ve geleneklerinden daha çok etkilenir hale gelmiştir. Nitekim Osmanlı toplumunda bu etkinin izleri XVI. yüzyılda görülmeye başlamıştır.
Osmanlı Devleti’nde XVI. yüzyılda yaşamış medreselilerden biri olan Birgi’li Mehmet Efendi’nin hoşgörü ile pek bağdaşmayan dinî düşünce ve uygulamaları Hanbelî ekolden gelen İbn Teymiye’nin görüşlerinden beslenerek meydana geldiği bilinmektedir. Dolayısıyla Mehmet Birgivî, düşünsel tutuculuktan (ortodoksi) çok davranışsal tutuculuk anlamına gelen ortopraksi[9] yanlısı bir anlayışı benimseyerek, düşünceden ziyade ibadete ve gündelik yaşama önem vermiştir. Aslında XVI. yüzyıl gerek Avrupa’da gerek Orta Doğu’da dini alanda görülen ikaz ve itirazlar çerçevesinde ciddi karışıklıkların yaşandığı bir dönemdir. Batı’da, Hanbelî geleneğinden gelen İbni Teymiye’nin reformcu görüşlerinden etkilendiği hissini veren bu terim, başlattığı reformasyon hareketi, dini alanda görülen protestonun bir örneğidir.
İbni Teymiye’nin görüşleri ve tasavvuf karşıtı tutumu XVI. yüzyıl Osmanlı âlimleri arasında da etkili olmuştur. Türk kültüründe dini hoşgörünün gelişmesinde etkili olduğu düşünülen tasavvuf düşünce ve pratikleriyle çatışmalı bir ilişkiye girmiştir. Bu gelişmeler XVII. yüzyılda Sivasizadelerle Kadızadeliler arasındaki tartışmalara ve mücadelelere yol açmıştır. Hanbelî-İbni Teymiye çizgisi, XVIII. yüzyılda bugün Suudi Arabistan’ın sınırları içerisinde olan Necd Bölgesi’nde katı ve fanatik görüşleriyle dikkat çeken kökten dinci Vahhabi hareketinin doğuşuna yol açmıştır. Osmanlı Türkiye’si Hanefi-Maturidi çizgide toleranslı din görüşünü benimseyen tarikatlarıyla kendine özgü bir İslamiyeti benimsemiş Vahhabilerce kâfir ilan edilmiştir.[10]
Hoşgörünün iç ve dış faktörlerin etkisiyle Selçuklu ve Osmanlı devletlerinde sınırlarını zorlayan bazı uygulamalar görülse de genel olarak bu iki Türk devletinde hoşgörü örneklerinin çokluğu dikkatlerden kaçmamaktadır. Türkler yönetimleri altında yaşayan ve Müslüman olmayan azınlıkların iç işlerine müdahale etmemiş ve hoşgörüye dayalı prensip ve uygulamalarla bunların dinî otonomluklarına saygı göstermiştir. Geleneksel Türk hoşgörüsünün Selçuklu Dönemi’ndeki somut örnekleri arasında sultanların gayrimüslim kadınlarla evlenmeleri halinde, hanımlarının dini inanç ve pratiklerini yaşamaları için her türlü imkânı sağladıkları bilinmektedir.[11] Selçuklu Sultanı Melikşâh’ın hoşgörülü yönetimi ile ilgili olarak Ermeni tarihçisi Meteos sultanın yüreğinin Hristiyanlara karşı iyiliklerle dolu olduğunu vurgulayarak dinî azınlıklara sultanın çok iyi muamele ettiğini belgelemektedir. Yine aynı tarihçi Ermenilere Melikşâh’ın refah, barış ve mutluluk getirdiğini sözlerine eklemektedir.[12]
İslami gelenekle pekişen böyle bir hoşgörü anlayışının Osmanlı dönemine aktarıldığı bilinmektedir. Şeyh Edebali Osmanlı devletinin kurucusu Osman Gazi’ye hoşgörü değerine sıkı bir şekilde bağlanmasını öğütlemiştir. Fatih Sultan Mehmet, bürokrasinin önemli noktalarında Yahudi, Hristiyan, Ermeni gibi farklı inanç ve kökene sahip olanları istihdam etmede bir beis görmemiştir. Böylece Osmanlı sultanları tıpkı Selçuklu sultanları gibi çeşitli dini geleneğe bağlı insanları hoşgörü anlayışları çerçevesinde idare etmişlerdir.
Kendilerine yapılan dini baskı ve engizisyondan kurtulmak isteyen İspanya Yahudileri 1492’de Osmanlı Devleti’ne sığınmıştır. Daha 1657 yılında İsveç Kralı X. Karl Gustav Rusya’ya karşı Osmanlı’nın yardımını talep etmiş ve 1709’da Rusya karşısında yenilen Kral XII. Karl (Demirbaş Şarl), Osmanlı Devleti’nin himayesi altında sığınmış ve 5 yılını İstanbul’da huzur içerisinde geçirmiştir. Bu süre zarfında Kral’ın ikametgâhına bir kilise inşa edilerek dini vecibelerini rahat bir şekilde yerine getirmesi sağlanmıştır. Ancak Osmanlı’nın adı geçen Kral’a 18. yüzyılda gösterdiği bu hoşgörüyü bugün İsveçliler Türklere karşı gösterememişlerdir. Hatta Charles’in torunları İslam’ı ötekileştirip Türklere karşı düşmanca bir tutum sergilemişlerdir.[13]
Kültürümüzün hoşgörü anlayışının bir başka belgesi olarak Tekke Köyü’ndeki Aziz Mamas’ın türbesinin hem Hristiyanlar hem Müslümanlar tarafından kutsal sayılıp, tamamen Türk ve Müslüman köy halkının bu türbeyi ziyaret etmesi gösterilebilir. Ayrıca aynı köydeki türbenin yanında inşa edilmiş olan kilisede, Müslüman halkın namaz kıldığı da bilinmektedir. Bütün bunlar dünyanın hiçbir yerinde görülemeyecek türden hoşgörü örnekleridir.[14]
Ortak mekânların Müslümanlar ve Yahudiler tarafından kullanılmasına bir başka örnek de Gaziantep ve Kahramanmaraş’taki bazı hamamlarda her iki kesimin kendi dini inançlarına göre yıkanma adap ve erkânını yerine getirmelerine uygun yerlerin inşa edilmesidir. Türklerin karakterlerindeki hoşgörüyü yansıtan bir örnek olarak da Melih Aşık’ın gerek Türkiye’de gerek Yunanistan’da Müslümanlara ve Hristiyanlara ait mabetlerde restorasyon çalışmalarının durumu hakkındaki tespitleridir. Yazar, her ne zaman Atina’ya gitse oradaki bir camii inşaatının bir türlü bitirilemediğinden söz etmektedir. Buna karşılık İstanbul’da Yunan Ortodoks kiliselerinin çoğunun restore edildiğinin ve çeşitli dinlere mensup 13 ayrı din ve mezhebin kilisesi tamir edilerek ibadete açıldığını ifade etmektedir.[15]
Hoşgörü, Din ve Sekülarizm
Türk toplumu, XVI. yüzyılda Mehmet Birgivî, XVII. yüzyılda Kadızadeliler ve XVIII. yüzyılda Vahhabilerin cihat çağrılarına ve eylemlerine hedef olmuş, sonunda Cumhuriyet döneminde, devlet işleriyle din işlerini birbirinden ayıran laiklik ilkesini benimsemiştir.[16] Şüphesiz bu süreçte yani demokrasi ve sekülarizme giden yolda hoşgörü değerinin payı olsa gerektir. Bugün Türk toplumunda demokrasi-laiklik ilkelerinin İslami değerlerle uyuşmasının temelinde hoşgörü, eşitlik, özgürlük, başkalarına saygı gibi temel değer ve anlayışlar yatmaktadır. TESEV tarafından yapılan bir araştırmada denekler, iyi Müslüman olmakla laik olmak arasında bir çelişki görmediklerini ifade etmişlerdir. Dini kurallara dayalı bir devlet kurma özlemi içerisinde olanların oranı yapılan araştırmalarda hep yüzde 10’un altında kalmıştır. İnsanlar arasında fark gözetilmemesine, onların inancına, diline ırkına göre ayırt edilmemesine dayalı laiklik anlayışının Türk toplumunda yerleşmesinde, hoşgörü anlayışının etkisi göz ardı edilmemelidir.
ABD’de ve Batı toplumlarında, İslam bir savaşçı dini olarak resmedilmiş; yazarlar, gazeteciler, akademisyenler, siyasetçiler, din adamları tarafından İslam monolitik bir din olarak tanımlanmıştır. Batılı ülkeler, işçi olarak davet ettikleri çeşitli Müslüman çoğunluklu ülkelerden gelenlerle bir arada yaşamalarının mümkün olamayacağını belirtmişlerdir. Asimile edemedikleri ve çok kültürlülük anlayışını da pek yürürlüğe koyma iradesinde bulunmayarak yabancıları gettolara hapsederek tecrit etmişler, hatta ülkelerine geri dönmelerinin yollarını araştırmışlardır. Bu cümleden olarak, Müslümanların Hristiyanlaştırılmasını isteyen New York’ta yaşayan İtalyan asıllı bir gazeteci, Müslümanları fundamentalist gösteren İslam karşıtı bir kitabı iki haftada yazdığını söyleyerek ne kadar bilimsellikten uzak olduğunu ve ön yargılı hareket ettiğini açıkça göstermektedir. [17]
Batı dünyasında dini hoşgörüsüze örnek olabilecek çok doküman bulunmaktadır ve Batı tarihi Tanrı tanımazlara ve heretik olarak damgaladıklarına, dini engizisyon uyguladıklarını gösteren çok örnek vardır. Batı’da dini hoşgörüyle ilgili sayılan siyasi ve dini çevreler tarafından atılan adımlar, bu değerin içselleştirilmesinden ziyade pragmatist ve konjonktürel çerçevede cereyan ettiğini göstermektedir. Mesela Vatikan, 1965 yılında Hristiyanlarla Müslümanlar arasında hoşgörü ortamının oluşturulması adına geçmişin unutulması ve gelecekle ilgili karşılıklı anlayışa dayalı samimi ilişkilerin kurulması yönünde karar almıştır.
Birleşmiş Milletler’in himayesinde 110 ülkeden yaklaşık 1000 kişinin katılımıyla oluşturulan “Milenyum Dini ve Ruhani Liderler Dünya Barışı Zirvesi” 2000 yılında New York’ta toplanmış, dini hoşgörünün tesisine yönelik konular tartışılmıştır. Burada İslamiyet ile ilgili görüşler sunan katılımcılar İslam dininin milliyet, ırk, din ve inanç farkı gözetmeksizin tüm insanlığı kucaklayan bir din olduğu ve milletler arasındaki ilişkilerin mantık ve karşılıklı saygıya dayandırılması gereği vurgulanmıştır. Aslında İslamiyetin bir halife öncülüğünde dini devlet yapısı önerdiği şeklindeki Batı’daki ön yargılı tutum ve anlayışlar egemen olmuştur. Ancak Peygamberimizin vefatından sonraki süreçte böyle bir yapılanmanın mümkün olmadığı açıkça görülmüştür. Bu bakımdan marjinal, aşırı İslami grupların bu yöndeki faaliyetlerinin, görüş ve yaklaşımlarının gerçek İslami anlayışla bir ilgisi olmadığı anlaşılmıştır.
İslam dininin sekülarizmle uyuşamaz olduğu ya da İslam’la siyasetin birbirinden ayrılamaz bir bütün teşkil ettiği şeklindeki anlayışın yanlış olduğunu, dini tekstlere referansta bulunarak söyleyebiliriz. İslamiyetin ortaya çıktığı dönemdeki tarihi toplumsal koşullar göz önünde bulundurulduğunda, bu dinin siyasal hayatla ilgili farklı bir konum kazandığı görülür. Din ve siyasetin birbirinden ayrılmazlığı anlayışı, teolojik dini temelden ziyade tarihsel ve toplumsal olmaktadır. Nitekim Kuran’ı Kerim’de bir devlet modeli ya da yapısı hakkında bir öneriye ve ifadeye rastlanmamaktadır. Ancak Kuran’ın doğru davranışa, dürüstlüğe, yardımlaşmaya, iyilik yapmaya, adalete, hoşgörüye, sevgi ve saygıya, bireyin şeref ve haysiyetine özen göstermeye vurgusu ve bu temel değerler çerçevesinde yönetim biçiminin oluşturulması, bireysel aktörlerin çabalarına dayandırılmaktadır. Peygamberimizin Medine’de dini ve siyasi lider olarak temayüz edişini tarihselci perspektiften okuduğumuzda, bu dönemde bir devlet modelinin olmayıp, yönetimin daha çok kabile etiği çerçevesinde teşekkül etmiş olduğuna bakarak Hz. Peygamberin böyle bir tutumu benimsediğini söyleyebiliriz.
İslam dini ile Hristiyanlık arasında hoşgörü bağlamında ele alabileceğimiz bir başka konuda misyonerlik olgusudur. Hristiyan dini ve çeşitli mezhepleri kendi gruplarına taraftar toplama hususunda misyonerlik faaliyetlerine önem verdiğini ve bunun ulus aşırı ticari faaliyetlerle el ele gittiği bilinmektedir. Gençleri ailelerinden ve kültürel geçmişinden kopararak din değiştirmeye zorlamak bir hoşgörüsüzlük örneği olarak belirtilebilir. İslam tarihi boyunca zayıf, genç ruhları zorla Müslümanlaştırma gibi bir faaliyetin olmaması da hoşgörü değerinin önemini ortaya koymaktadır.
Misyonerlik benzeri faaliyetleriyle Vahhabi hareketinin aynı şekilde dini hoşgörüsüzlüğe neden olduğu söylenebilir. Bugün Vahhabiliği temsil eden Suudi Arabistan’ın sponsorluğunda faaliyet gösteren bazı organizasyonların, diğer dinlere karşı hoşgörüsüzlüğü teşvik ettikleri iddia edilmektedir. Böylece misyonerlik türü dini aktiviteler, diğer dinlere karşı düşmanlıkları yanlış bilgilendirmeleri ve hoşgörüsüzlüğü teşvik etmede katkı sağlamakta bir unsur olarak görülebilir.
Dini hoşgörüsüzlükle ilgili Almanya’nın dini eğitim politikası bir başka örnek olarak verilebilir. Almanya, kilise ve devlet ayrımına dayalı laiklik prensibine bağlı bir ülkedir. Ancak Alman eğitim sisteminde çeşitli kiliseler ve diğer dini topluluklar için eğitimin verilmesi yasal düzenleme içerisine alınmıştır. Bu çerçevede Alman okullarında İslam’ı öğretmek için yasal şartları yerine getiren Müslüman Türklerin müracaatları Alman makamlarınca uygun görülmemiştir. Türkiye’de okutulan din ve devlet ayrılığı ilkesini göz önünde bulundurarak iyi hazırlanmış din dersi kitaplarına sahip olduklarını belirtmelerine rağmen, Alman yetkililer, bu ders kitaplarının hükümet tarafından hazırlandığı gerekçesiyle, bu teklifi kabul etmemişlerdir. Buna karşılık Alman okullarında genel olarak Vahhabi etkisindeki bir İslami yorum ve anlayışa dayalı müfredatın hâkim olduğu görülmektedir. Nitekim el-Kaide üyesi olarak tutuklanan 12 Türk’ün Almanya’da doğduğu ve eğitimlerini bu ülkede tamamladıkları göz önünde bulundurulduğunda, bu etkinin izleri açıkça görülür.[18]
Türk toplumunun, Hanbelîlikten ve Vahhabilikten etkilenmememsi, toleranslı ve sekülarist karakterinden dolayıdır. Türk İslamiyeti, dini tekstleri okuyup ve yorumlarken literalist anlayıştan uzak durmuş ve bunları kültürel tecrübe ve miraslarını göz önünde bulundurarak yorumlamıştır. Tarihi ve kültürel nedenlerden dolayı, Türkiye teokratik bir devlet yapısına karşı durmuştur. Şüphesiz bunda diğer inanç sahiplerine karşı toleranslı olmanın payı vardır. Bir araştırmada, deneklerin %89’unun, diğer inanç mensupları arasında da iyi insanların olabileceklerini belirtmeleri, bu hoşgörü anlayışının bir sonucu olarak görülebilir.[19] Kısaca Türkiye’deki İslami anlayış dogmatik, cemaatçi ve literalist olmadan ziyade daha hoşgörülü ve liberaldir. Türk geleneğinde devlet ve dinin alanı bir anlamda ayrılmış, sultanın seküler otoritesiyle ulemanın dini gücü arasında kısmen bir ayrım olmuştur. Bu bölünme, sultanın seküler karakterli kanunlarının uygulanmasında ve bürokrasinin XVIII. yüzyıldan itibaren artan sekülerleşmesinde açık bir biçimde görülür.
Türkiye’de 1980’li yıllarda, ekonomik ve siyasal liberalleşmenin sonucu olarak, birçok dini organizasyon doğmuş ve çıkarlarını organize etmede en uygun yol olarak bunu gören insanlar tarafından geliştirilmiştir. Bu dini grup ve hareketler, tasavvuf temelli tarikatlar ve dini lider ya da tekst etrafında toplanan cemaat tipi gruplar olarak gelişmiştir.[20] Sosyo-politik amaç ve temel üzerine kurulan bu dini hareketler, kaynak mobilizasyonu teorisi çerçevesinde taraftar kazanma ve arttırma yoluna girmiştir. Bu tür dini organizasyonlar, küresel gelişmelerin etkisi altında faaliyetlerini ulus aşırı alana taşımış, sosyal ve siyasi fırsat yapılarından yararlanarak aktivitelerini küresel ölçekte yaygınlaştırmaya çalışmıştır. Bu tür gruplar içerisinde Gülen Cemaati, çeşitli dinler arası diyalog ve platformlara sponsorluk yaparak temayüz etmiştir.[21] Din sosyolojisi perspektifinden bu topluluğun sekt benzeri dini grup tipolojisinin birçok karakteristiklerine sahip olduğu söylenebilir.
Türkiye’de resmi İslam’ın temsilcisi olarak Diyanet İşleri Başkanlığı teşkilatı, insanların dini ihtiyaçlarını karşılayıp aynı zamanda dini bilgi üretme şeklinde bazı fonksiyonlara sahiptir. Diğer taraftan dini piyasa mantığına göre kurulan dini organizasyon ve hareketler, birbirleriyle ve resmi dinle çatışmacı bir ilişkiye girerler. Bu bakımdan adı geçen grubun dinler arası diyalog vurgusu, hareketin hem içeride hem de dışarıda meşruiyet zeminini oluşturması bakımından önemli rol oynamaktadır. Sosyolojide dinin toplumda ve kamusal alandaki rolüyle ilgili iki düşünce çizgisi vardır: Bir geleneğe göre, modernleşmenin yaygınlaşmasıyla dini kurumların toplumsal önemini kaybedeceği ve dinin özel alanda kendisine yer bulacağı ifade edilmektedir. Diğer gelenek ise, toplumsallaşma ve kurumsal farklılaşma, içsel sekülerleşme ve bireysel sekülerleşme bağlamında dinin rolünün kamusal alanda devam ettiğini iddia etmektedir. Genel olarak din-devlet ilişkileri üç tipte kategorize edilmektedir. Birincisine göre, devlet kurumsallaşmış resmi dini, diğerleri pahasına desteklemektedir. İkinci tip, devletin dini, genelde desteklediğini ancak bunlardan birisine karşı belirgin bir şekilde tercihli muamelede bulunmadığını göstermektedir. Üçüncü tipte, devlet genel olarak dini reddeder ve dini toplumdan silecek tüm faaliyetlerin içerisinde yer alır.[22]
Türkiye’de din-devlet ilişkisi, İspanya, İtalya, İngiltere’de olduğu gibi birinci kategoride yer alır. Devletin resmi dininin olması, iddia edildiği gibi laiklik ilkesine aykırı olmayıp, ulus-devlet modelinin bir gereği olarak görülmelidir. Çünkü sosyal birliğin, kamu düzeninin ve emniyetinin sağlanması için böyle bir anlayış ve yapılanma, bu modele uygun düşmektedir. Ulus-devlet modeline yol açan modernleşme, toplumsal ilerlemeyi, homojenliği ve bütünlüğü ihtiva etmektedir. Dolayısıyla bu model, etnik temelli olmadan çok ulusal sınırlar içerisinde bir sosyal inşaya dayanmaktadır. Çünkü şehirleşmeyle beraber kırsal bölgelerdeki geleneksel sosyal kontrol mekanizmalarından kurtulan insanlar, şehirlerde modernleşmenin ve sekülerleşmenin etkisi altına girerler. Böylece insan bireysel aktör olarak sosyal ilişkileri düzenlemede önemli bir merkezi konuma geçmeye başlar. Bunun yanı sıra, şehir hayatı, informal ilişkilerden ziyade formal ilişkilere dayanmaktadır. Mamafih şehir hayatı, nüfusun artması ve insanların birbirine yakın biçimde yaşamasıyla beraber dini toplulukların doğması için pratik avantajlar sunar. O halde modernleşme ve şehirleşme süreçleri, dini organizasyonların formasyonunu teşvik eder.
Modern toplumda rasyonelliğin hâkim olmaya başlaması, endüstrileşmeyle yakından ilişkilidir. Ancak farklılaşma, şehirleşme, sanayileşme, kapitalizm ve bilimin doğması gibi faktörler de bu süreçte etkili olmaktadır. Bu faktörler, oldukça materyalist açıklamaları oluştururlar. Manevi ideal yönler, daha çok dini alanda vurgulanmaktadır. Ancak sosyolojik açıklamalar, değişen maddi ve sosyal şartların bireysel tecrübeler üzerinde etkili olacağını iddia etmektedir.[23] Böylece dini oluşum ve hareketler resmi dinin yanında varlığını sürdürmektedir.
Modernitenin bir uzantısı ve devamı olarak post-modernite taraftarı entelektüeller, ölçü standartlık yerine biraz ölçüsüzlüğü koyan; homojenliğe karşı heterojenliği ve aşırı özgürlüğü vurgulayan; aşırı bilimsellik yerine kısmen duygusallığı koymaktadır. Öte yandan post-modernite yanlıları, birçok dini hareket ve oluşumu kurumsallaşmış dinle aynı statüye getirme çabasında olmuşlardır. Resmi dinin desteklenmesi, dinlere ve diğer farklılıklara karşı toleranssız bir tutum içerisine girmek değildir. Ancak dini grup formasyonuyla oluşturulacak yoğun “biz” duygusu ve bunu sosyo-politik amaçlar için kullanma girişimi toplumun sağlığını tehdit edici olduğu yönünde kuşkuları barındırmaktadır. Genel olarak toplumdaki dini değişimi, dini piyasa yaklaşımı çerçevesinde ele alıp çözmeye çalışmak, uygun olmayabilir.
Sonuç itibariyle, küreselleşmenin toplum hayatının tüm yönlerinde etkilerinin hissedildiği günümüz dünyasında, dine bilimsel yaklaşım, popüler yönelim ve ön yargılı tutumlar yerine daha uygun sonuçlar vereceğe benzemektedir. Dini prensipleri modern gelişmeler çerçevesinde yani yeni durumu dikkate alarak yorumlama çabaları, teologlar arasında yaygınlık kazandığı ölçüde, din kurumu marjinalleşmeden kurtulacaktır. Türk toplumunun modernleşmesi, küreselleşme ve sekülerleşme gibi süreçler, modern İslami anlayış ve yorumları arttırmışa benzemektedir. Biraz evvel belirttiğimiz TESEV raporuna göre Türk halkı, dini meseleleri daha liberal perspektiften takip etmeyi istemektedir. Bu bakımdan Türk kültür ve tarihinde Mevlana, Yunus Emre, Yesevi ve Atatürk gibi abidevi şahsiyetlerin geliştirdikleri ve içselleştirdikleri hoşgörü değerinin yeni yorum ve anlayışlar çerçevesinde zenginleştirilmesi gerekmektedir. Şüphesiz bu Türk büyüklerinin tolerans ve hümanistik değerlere dayalı görüşlerine, tüm dünyanın ve dünya barışının ihtiyacı olduğunu belirtmeliyiz.
Yazı kaynağı : www.turkyurdu.com.tr
Yorumların yanıtı sitenin aşağı kısmında
Ali : bilmiyorum, keşke arkadaşlar yorumlarda yanıt versinler.