milli irade ve milli hakimiyet kavramından ilk defa nerede söz edilmiştir
milli irade ve milli hakimiyet kavramından ilk defa nerede söz edilmiştir Ne90'dan bulabilirsiniz
Milli İrade Nedir, Ne Anlama Gelir? Milli İrade Ne Zaman Kuruldu?
Tarihte yaşanan savaşlar farklı düşüncelerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Özellikle Birinci Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı çok önemli sonuçlar ortaya çıkarmıştır. Bu savaşlara katılan devletler için olumlu sonuçlar olduğu gibi olumsuz sonuçlarda ortaya çıkmıştır. Türk Milleti açısından yaşanan tüm olumsuzluklara karşı Milletin İradesini etkin kılmak gerekmekteydi.
Milli İrade Nedir, Ne Anlama Gelir?
Milli İrade, ulusun herhangi bir baskıya maruz kalmadan düşüncesini ortaya koyması olarak ifade edilmektedir. Milli İrade kavramının temelinde millet bulunmaktadır. Millet her zaman için değerli olmuştur. Bir milletin baskı ve şiddete maruz kalması türlü sıkıntılara yol açmaktadır. Bu yüzden Tük Milleti baskıyı hiçbir zaman kabul etmemiştir.
Tarihte yaşanan savaşlara baktığımız zaman büyük devletlerin sömürgecilik anlayışları açıkça görülmektedir. Bu anlayışın nedeni kendinden olmayan milletlerin bağımsızlığını elinden almak olarak yorumlanabilir. Türk Milleti de zaman zaman sömürgeci devletlerin baskısına maruz kalmıştır. Ancak, Türk Milleti hiçbir zaman bağımsızlığından vazgeçmemiştir.
Türk Milleti'nin düşüncesine göre bağımsızlık önemliydi ve kesinlikle baskı altında yaşamamak gerekmekteydi. Bu düşünce ne kadar etkin olursa olsun zaman zaman yaşanan olumsuzluklar hayal kırıklıklarına neden olmaktaydı. Milleti ayakta tutmak ve bağımsızlığı korumak adına Milli İrqdre'nin başarılı bir şekilde sağlanması gerekmekteydi. Milli İrade etkin olduğu sürece birlik ve beraberliğin bozulması zor olacaktır.
Milli İrade Ne Zaman Kuruldu?
Millî İrade, milletin egemenliğine dayanan bir sistem olarak bilinmektedir. Milli İrade de millet düşüncesini açıkça dile getirmektedir. Yani devlet millet birliği olması gerekmekteydi. Milletin kendi arzusu ile yöneticileri seçmesi gerekir. Bu şekilde Milli İrade hakim kılınmış olur. Millete karşı herhangi bir baskı ve şiddet olursa eğer Mili İrade bozulmuş olur. Millet kendi isteklerini özgür bir şekilde dile getirmelidir.
Kurtuluş Savaşı'na giden süreçte Mustafa Kemal ve arkadaşları 12 Haziran 1919 yılında Amasya'ya varmıştı. Burada yayınlanan bildiri ile Amasya Genelgesi ortaya çıkmıştır. Bu genelgede yer alan maddelerde ağırlıklı olarak milletin bağımsızlığını kendi azim ve kararının kurtaracağı belirtilmekteydi. Ayrıca milletin hiçbir baskıya maruz kalmaması gerektiği vurgulanmıştır. Bu sayede Milli İrade oluşmaya başlamıştır.
Milli İrade ortaya çıkmaya başladıkça Kurtuluş Savaşı daha çok başarıya ulaşmaya yakın olmuştur. Mustafa Kemal ve yanındakiler ülkenin kurtuluşu için milletin önemi oldukça iyi bilmekteydi. Ancak milleti uyandırmak ve mücadeleye katmak için önemli çalışmalar yapmak lazımdı. Yapılan çalışmalar ile milletin zafere olan inancı artacaktı. Bu çalışmalar doğrultusunda Sivas'ta bir kongre yapılma kararı alınmıştır.
4-11 Eylül tarihleri arasında Sivas'ta önemli bir kongre yapılmıştır. Bu kongrede oldukça önemli kararlar alınmıştır. Bu kararlardan en dikkat çekeni ulusun bağımsızlığı için Milli İrade'yi hakim kılmak esastır ibaresi olmuştur. Ayrıca İstanbul Hükümetinin de bunu kabul etmesi gerektiği vurgulanmıştır. Sivas Kongresi ile Mili İrade kavramı detaylı bir şekilde anlatılmıştır.
Milli İrade kavramı ortaya çıktığından beri millet tarafından kabul görmüştür. Millet için bağımsızlık oldukça önemliydi. Millet, her zaman için kendi düşüncesini özgürce savunmayı istemiştir. Kurtuluş Savaşı bunun en iyi örnekleri arasında yer almaktadır.
Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşu da Milli İrade çerçevesinde gelişmiştir. Günümüzde olduğu gibi millet kendi seçimlerini özgürce yapmaktadır. Bu sayede devlet ve millet ilişkisi sağlam bir zeminde oluşmuştur.
Yazı kaynağı : www.hurriyet.com.tr
Türk Yurdu Dergisi
En genel manasıyla hâkimiyet, en üstün irade ve otorite demektir. Şimdiye kadar hâkimiyetin tarifi üzerinde herhangi bir anlaşmazlık söz konusu değildir. Ancak hâkimiyetin sahibi ve kaynağı konusunda farklı görüşler ortaya çıkmaktadır. Hâkimiyetin kaynağının temelini,
1- İlahî,
2- Beşerî, olmak üzere iki ana kaynakta aramak daha doğru olur. Zaten bu konu üzerindeki fikirler de bu noktada yoğunlaşmaktadır. Her iki unsurun da, hâkimiyetin kaynağı olduğunu ayrı ayrı savunan görüşler ortaya çıkmış, çeşitli şekillerde yorumlara tabi tutulmuştur.
Hâkimiyet anlayışının, uygulamalarının, zaman içinde milletten millete değişen farklı şekillerde kabul edildiği bilinmektedir. Dikkat edilecek olursa, hâkimiyet de insanlığın maddî ve manevî bakımlardan geçirdiği değişimlerle bir paralellik arz eder. İnsanlık tarihi ile birilikte var olan bu duygu, uzun yüzyıllar boyunca, kaynağını ilahî bir güçten almıştır. Bütün ilk, Orta ve Yeniçağ toplumlarında, hâkimiyetin ilahî bir güce dayandırıldığı bilinmektedir. Fakat özellikle Yeniçağlardan itibaren maddî alanda yapılan teknolojik gelişmeler, bu anlayışın kaynağı ve uygulaması üzerinde de tesirli oldu. Zira insan, maddî ve manevî özellikleri olan müstesna bir varlıktır. Bu zıt kavramlar tarihi süreç içinde, toplum ve fert zemininde ele alındığında fevkalâde karmaşık bir hal almaktadır. Bu karmaşıklık ise fert ve toplumun maddî ve manevî unsurları bir arada bulundurmasından ileri gelmektedir. Bu yüzden "Hâkimiyet-Teslimiyet" kavramlarının muhtevasını, mânâsını, hakiki kaynağını ve gayesini bulmak güç olmaktadır. Zira toplum hadiselerinde ilk sebep (İlk kaynak), hakiki mânâ ve nihaî gaye bulunmuş değildir. Bunun da sebebi, tarih ilminin, henüz zamanın, mekânın, toplumun başlangıcını ve sonunu bulamamış olmasıdır. Zaten toplum, zaman ve mekân sabit değillerdir. Sürekli bir hareketlilik içindedirler. Bu hareketlilik içinde, "Hâkimiyet-Teslimiyet" kavramları ve şekilleri sürekli olarak değişmekte, zaman içinde, toplumdan topluma farklılıklar arz etmektedir.
Bununla birlikte, filozoflar, tarihçiler, siyaset bilimcileri ve hukukçular, belli zaman, mekân ve toplumlar içinde, hâkimiyet-teslimiyet ilişkilerini incelemekten ve bazı neticeler çıkarmaktan geri kalmamışlardır. Bu sefer güçlük, zaman, mekân ve toplumların dağınıklılığından ve çeşitliliğinden ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla söz konusu unsurların pek çoğu, ilmî araştırmaların dışında kalmıştır. O halde bilinen ve ortaya koyulan hâkimiyet şekilleri ve kavramları genel (küllî) değil, hususî (cüz'i) mahiyet arz etmektedir. Nitekim geçerli görünen hâkimiyet anlayış ve kavramları, Avrupaî görüşlerden ibaret kalmıştır. Hâlbuki tarih, dünya, kâinat Avrupa’dan; hakikatler ve doğrular Avrupaî görüşlerden ibaret değildir. Mutlaka Avrupaî görüş ve anlayışların dışında anlayışlar vardır ve olmalıdır. Bütün bunlara rağmen, Avrupa tarihinin gerçeklerinden kaynaklanan görüşleri de nazarı itibara almak gerekmektedir.
Bu konuda bakış açıları ne olursa olsun, bilinen toplumlarda şu veya bu şekilde hâkimiyet ve otoritenin bulunduğu tarihî bir gerçektir. Hâkimiyet fikrinin, Fransız ihtilalinden sonra doğup geliştiği fikri ise, yukarıda değindiğimiz kısır tarih görüşünün sonucundan başka bir şey değildir. Hâkimiyetin hem maddî, hem de manevî kaynaktan kuvvet aldığı bilinmektedir. Toplumun maddî güç kaynağı derken, şüphesiz fizikî ve ekonomik gücünü ve teşkilatlanma tekniğini anlıyoruz. Bu maddî güç sürekli değildir, gelip, geçicidir. Kaybedilmesi ve yeniden kazanılması her zaman mümkündür.
Toplumun manevî güç kaynağını ise, inanç ve değerler sistemi oluşturur. Bu güç, maddî gücün üstünde olup, süreklidir, kaybedilmesi ihtimali çok zayıftır. Ancak kaybedildiği zaman, tekrar elde etmek oldukça güç, hatta imkânsızdır. Manevî güç, özellikle milletleşmiş toplumlar için, bitip tükenmez kuvvet kaynağı teşkil eder. Bu gücün kaynağı millî kültürdür, millî değerlerdir. Kültür ise bir milletin şahsiyeti, karakteri ve orijinalitesidir. Bu bakımdan bir kültür, özelde diğer kültürlere benzemez. Kültürlerde çeşitlilik ve orijinallik esastır. Dolayısıyla kültürlerden kaynaklanan zihniyet, hâkimiyet şekli ve anlayışları da farklı olmadır. Bu farklılığın yadırganacak bir tarafının da olmaması gerekir. Farklılık insanlığın zaafı değil, zenginliğidir, esasıdır, dinamizmidir. İşte hâkimiyetin kaynağı ve şekli, bu değerler doğrultusunda şekillenmektedir. Bu değerleri genel olarak üçe ayırmak mümkündür.
1- Dinî değerler olup, iyi ile kötüyü ayırır,
2-Hukukî değerler ise haklı ile haksızı ayırır
3-Sosyal değerler ( töre ), uygun ile uygunsuzu ayırır.
Üç bölümde sıraladığımız bu değerler, hâkimiyetin oluşmasında müessir olmuşlardır. Bir taraftan hâkimiyetin unsuru, hareket vasıtası ve şekli olurken, öbür taraftan da hâkimiyeti organize etmiş, müesseseleştirmiş, meşrulaştırmış ve nihayet sınırlandırmıştır. Yine bu değerlerdir ki, mevcut hâkimiyete itaat etmenin iyi, meşru, uygun olduğunu, itaat edenlerin aklına ve kalbine telkin eder.
Bu şekilde toplumun kendi kendisini yönetmesi, emredici kurallar koyması ve bunları içte ve dışta müessir hale getirmesi arzusu hâkimiyet kavramını ortaya çıkarmıştır. Söz konusu hâkimiyet ise gayr-i şahsî bir varlık olan " Devlet" te tecelli etmiş ve şekillenmiştir. Biz buna "Devlet Hâkimiyeti" demekteyiz. Devlet Hâkimiyeti tektir, bunu devlet içinde hâkimiyet veya hâkimiyetlerle karıştırmamak gerekir. İşte esas mesele " Devletin, hâkimiyeti, kimin ve neyin adına kullanacağıdır" Tarih boyunca, hâkimiyeti kabile reisinden, krala, sultana ve din adamına kadar pek çok kişinin, ailenin, tabiatüstü varlıklar, tanrılar, dinler ve nihayet " Allah " adına kullandığı bilinmektedir.
Yakınçağlarda Hâkimiyet Anlayışındaki Değişiklikler
Devlet ve hâkimiyet hakkındaki eski fikirler ve anlayışlar devam etmekle beraber, 18 ve 19. yüzyıllardan itibaren, hâkimiyetin şekli ve kaynağı üzerinde yeni fikirler ortaya çıkmaya başladı. Bu fikirlerin tamamı, Avrupa çıkışlıdır. Yeni fikirlerde, hâkimiyeti, genellikle "Sosyal" bir kaynağa dayandırma eğilimi ağır basmaktadır. Bu fikirlerin ilham kaynağı, liberal felsefedir. Dönemin bütün düşünür ve yazarları, hâkimiyet anlayışı üzerinde durmuşlar ve mensup oldukları ekolün paralelinde bir takım izahlar getirmişlerdir.
1789 Fransız İhtilali sayesinde, o zamana kadar teorik olarak ileri sürülen fikirlerin pek çoğu uygulama alanı buldu. Bunun sonucunda devlet hukukîleşti, hâkimiyetin kaynağı sosyalleşti, toplum (halk) milletleşti, toprak (coğrafya) vatanlaştı. Özellikle Avrupa'da "millet" kavramının ortaya çıkması neticesinde, halk yığınlarının milletleşmesi, zaruri olarak "millî devlet", "millî hâkimiyet", "millî coğrafya" gibi kavramları gündeme getirdi. Dolayısıyla ferdî hürriyet ve eşitlik ilkeleri daha geniş anlam kazanarak, millî ve millet hürriyeti, milletlerarası eşitlik, milletlerin kendini yönetme hakkı gibi anlamlarda ifade edilmeye başlandı. Görülüyor ki Fransız İhtilali, "ilk defa" millî hâkimiyet fikrini getirmemiş, eskiden beri var olan hâkimiyetin kaynağında ve anlayışında önemli denebilecek "değişiklikler" meydana getirmiştir.
O halde "millet" ve "milliyetçilik" nedir? Millet, müşterek mazi ve istikbal şuuruna sahip, tarihî ve kültürel boyutu olan sosyal bir varlıktır. Bu tarifle millet, ferdin ve halkın üstündedir. Halk, geçmişi ve geleceği olmayan bir kalabalıktır. Halkta tarih ve kültür boyutu ve şuuru yoktur. Halk "hâl" içinde yiyip içen ve maddî menfaatle hareket eden insan yığınıdır. Millet ise manevî ve kültürel bir şahsiyettir. Bu şahsiyet, bir bütündür. Madde, bu şahsiyetin vasıtası, mânâ ise gayesidir. İşte milliyetçilik de aklı ve maddeyi gayenin hizmetine koymak isteyen şuurlu, fikrî bir hareketin adıdır. Bu haliyle 19. yüzyılda görülen milliyetçilik akımı, günümüze kadar devam eden, tarihin en kuvvetli ve yaygın hadisesidir. Milliyetçiliğin hiçbir ideoloji ile bağlantısı yoktur. Belirli metodolojisi de mevcut değildir. Bu itibarla metodunu, diğer politik sistemler içinde bulabilir. Çünkü milliyetçilik sistemleri, ideolojileri hedef için birer vasıta telakki eder. Onun için vasıtalar ebedî değildir. Zaman ve zemine göre değişebilir. Fakat gaye ebedîdir. Ebedî olan gaye, millî şahsiyeti yüceltmek, millî varlığı muhafaza etmek ve güçlendirmektir. Günümüzde çeşitli milliyetçilik akımları, değişik rejim ve sistemler içerisinde varlıklarının sürdürebilmektedirler. Mesela, Fransız milletçiliği, liberal demokratik sistemde, Arap milliyetçilikleri, krallık veya otoriter sistemde, İsrail milliyetçiliği teokratik-liberal sistemde, Rus milliyetçiliği ise uzun bir dönem Marksist sistemde metodunu bulmuş ve varlığını sürdürmüştür.
Dikkat edilecek olursa, söz konusu sistemlerde hâkimiyet telakisi de değişiklik arz eder. Fransa'da millî hâkimiyet, milletin hâkimiyeti hüküm sürerken, Arap ülkelerinde bir ailenin, bir kralın veya otoriter bir idarenin, Rusya'da ise uzun bir dönem Komünist Partinin hâkimiyeti söz konusu olmuştur.
Türkiye'de Milli Hâkimiyetin Gelişimi
Yukarıda da değinildiği üzere, toplumsal olaylar, devlet idaresi ve hukuk anlayışı, içinde bulunan dönemin ve kültürün bir ürünü olarak tezahür eder. O halde, dönemler ve kültürler arasındaki anlayış ve uygulamalarda "iyi-kötü" veya birbirlerine üstünlükleri aranmamalıdır. Her sistem, kendi toplumu için iyidir. Bir dönem içinde uygulanan ve kabul görmüş bir anlayış, o dönem için iyidir, meşrudur. Daha sonra gelenlerin, eski anlayış ve uygulamaları tenkit etmeleri, tarih metodolojisi ile bağdaşmaz. Türk millî hâkimiyet anlayışı da bu çerçevede değerlendirilmelidir.
Eski Türklerde hâkimiyetin kaynağı manevîdir. Yani Gök Tanrı'dır. Gök Tanrı, Türk Milletini kutsamıştır. Onu yeryüzüne insanları idare etmek için göndermiştir. Gök Tanrı, Türk Milleti yok olmasın diye, ona, kutlu ve bilge kağanlar göndermiştir. Kağan, Gök Tanrı adına Türk milletini idare etmiştir. Dikkat edilecek olursa Türk millî hâkimiyetinin geçmişi çok eskilere dayanmaktadır. Burada gayri millî bir hâkimiyet anlayışı mevcut değildir. Bu hâkimiyetin kaynağının tek olmasına rağmen, siyasi hayatta, bunun parçalanabildiği, Hakanın oğulları arasında paylaşılabildiği görülmektedir. Bu anlayış, Türkler arasında uzun zaman, hatta İslamiyet’in kabulünden sonra da devam etmiştir.
İslamiyet’le birlikte Türkler, İslam’ın ilahî kaynaklı hâkimiyet anlayışı ile karşılaştılar. "Gök Tanrı" nın yerini "Allah" aldı. Osmanlı Devletinin kuruluşundan itibaren, Türk-İslâm hâkimiyet anlayışının müessir olduğu görülmektedir. Öyleyse Osmanlı hâkimiyet anlayışı, İslâm Şeriatı ve Türk töresinin bir " sentez" inden ibarettir.
Bu anlayış ve durum, Tanzimat dönemine kadar şu veya bu şekilde devam etmiştir. Bu dönemden itibaren, Avrupa'nın tesiri ve baskısıyla, liberal fikirler Osmanlı toplumuna girmeye başladı. Özellikle Liberalizmin milliyetçilik anlayışı, Osmanlı Devleti içerisindeki gayri Müslim ve daha sonraları da Türk olmayan Müslüman unsurlar üzerinde tesirli oldu. Böylece devlet idaresinde zaaf, siyasî otoritede çözülme görülmeye balandı. İdareciler ve aydınlar yeni arayışlar içerisine girdiler. "Osmanlıcılık" adı altında Osmanlı milliyetçiliği, "Meşrutiyet" adı altında cemaatler hâkimiyeti, "İslamcılık" adı altında bir nevi İslâm milliyetçiliği fikirleri ortaya atıldı. Sosyal ve fikrî tabanı olmayan bu akımlar, Osmanlı devletini kurtaracak şekilde ne kabul gördüler ve ne de kuvvet kazandılar. Bunun üzerine " Türkçülük" akımı gelişmeye başladıysa da buda Osmanlı Devletini kurtarmağa kâfi gelmedi.
Atatürk ve Milli Hâkimiyet
Birinci Dünya savaşı sonrasında, Osmanlı devleti yıkılmış ve bütün yabancı unsurlar devletten ayrılmışlarıdır. Ortada, otoritesi kalmamış mağlup bir devlet ve mağlup sayılmış Türk milleti kalmıştır. Bu tarihten sonra Mustafa Kemal önderliğinde, kendi kendine ve tamamen millî bir irade ve hareket ortaya çıkmıştır. Bu hareket, şuur ve irade, birden bütün Anadolu'ya yayıldı ve kısa zamanda maddî-manevî güç haline gelerek, bütün Anadolu Türklerinin itaat edeceği gayrı şahsi bir hâkimiyeti teşekkül ettirdi. Bunun adı ise Millî Hâkimiyet idi. Bu hâkimiyet zamanla Mustafa Kemal'in şahsında sembolleşti.
Böylece, Türk millî hâkimiyetinde de içinde bulunulan çağın ve o dönem kültürünün bir neticesi olarak önemli değişiklikler meydana gelmiştir. Bu değişikliği doğuran Millî mücadele ruhu, hâkimiyeti salt "hükmetme" olarak görmemekte, onu millet hayatının her alanına, kültüre, siyasete, askeriyeye ve iktisadiyata teşmil etmekte ve Atatürk'te "tam bağımsızlık" olarak ifadesini bulmaktadır.
Atatürk'e göre, Türk devletinin dayandığı temel esaslar, Millî Mücadelenin de özünü ve ruhunu oluşturan " Tam Bağımsızlık" ve "kayıtsız şartsız Millî hâkimiyet" ilkeleridir.
Atatürk, "Hürriyet ve istiklal benim karakterimdir. Ben milletimin en büyük ve ecdadımın en değerli olan istiklal aşkı ile dolu bir adamım" demekle Türk milletinin gerçek önderi olduğunu açıkça ifade etmiştir.
Atatürk'e göre, tam bağımsızlığın ve millî hâkimiyetin gerçekleşmesi ve devamlılığı büyük ölçüde ekonomik güce bağlıdır. Atatürk, bu konudaki görüşlerini şöyle ifade etmektir.
"Siyasi ve askeri zaferler ne kadar büyük olursa olsunlar, ekonomik zaferlerle desteklenmezlerse kazanılan başarılar sürekli olamaz, az zamanda sönerler. Bu itibarla, en kuvvetli ve parlak zaferimizin bile tahmin edildiği ve daha edilebileceği faydalı sonuçları tespit için, ekonomimizin, ekonomik bağımsızlığımızın sağlanması, uygulanması lazımdır."
Mustafa Kemal Türk milletini ve bu büyük milletin tarihini çok iyi bilmekteydi. Bu sebeple milletine güvenerek bağımsızlık ve millî hâkimiyet mücadelesini başlatmıştır.
"Millî hâkimiyet uğrunda canımı vermek, benim için vicdan ve namus borcu olsun" diyen Mustafa Kemal, 19 Mayıs 1919 da Anadolu'ya geçtikten sonra, parçalanmış olan Osmanlı Devletinin yerine, Millî hâkimiyete dayanan bağımsız bir Türk devleti kurumak için, milletin gücünü vatanın kurtarılmasına yönetmek ve millî iradeyi harekete geçirmek amacıyla kongreler düzenlemiştir.
Mustafa Kemal'in millî hakimiyet prensibi, Amasya Tamimi'nde (22-23 Haziran 1919) şöyle yer almıştır.
"Vatanın bütünlüğü ve milletin bağımsızlığı tehlikededir. Milletin bağımsızlığını yine milletin kendi istek ve kararı kurtaracaktır. Milletin vaziyetini tespit etmek ve haklı sesini duyurmak için bir millî meclisin kurulması gerekir."
Millî hâkimiyet prensibi, Erzurum Kongresinde (28 Temmuz- 7 Ağustos 1919) , "Kuvâyımilliye'yi amil ve millî iradeyi hâkim kılmak esastır" şeklinde yer almıştır. Sivas Kongresinde (4-11 Eylül 1919) de millî İstiklalin temini ve millî iradenin hakim kılınması hususları üzerinde önemle durulmuş, ayrıca bu kongrede "Müdafai Hukuk" teşekkülleri bir araya getirilerek, millî devletin ideolojisi belirlenmiş ve başka bir ifadeyle demokratik rejime, Cumhuriyet'e giden bir temel atılmıştır.
28 Ocak 1920 de İstanbul'da toplanan, Osmanlı Mebusan Meclisi, Erzurum ve Sivas Kongrelerinde alınan kararları benimsemiş ve Misak-ı Milliyi kabul etmiştir. Bunun üzerine 16 Mart ta İstanbul işgal edilmiş ve 18 Mart 1920 de Osmanlı Mebusan Meclisi kapatılmıştır.
Mustafa Kemal bu olaylar üzerine 20 Mart 1920 tarihli bildirisi ile bütün yurtta seçimlere gidilmesini istemiş ve yeniden seçilenlere ilave olarak İstanbul'dan gelenlerle birlikte 23 Nisan 1920 de Büyük Millet Meclisi açılmıştır. Böylece millî hâkimiyeti gerçekleştirmek için Mustafa Kemal, bu tarihten sonra Ankara'dan çalışmalarına devam etmiştir.
Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin bütün programlarının dayanağı şu iki esastır: " Tam bağımsızlık ve kayıtsız şartsız millî hâkimiyet" yani " Hâkimiyet Milletindir [1].
Bu sözleriyle Mustafa Kemal, bağımsızlığı ve Millî Hâkimiyeti simgeleyen TBMM.'nin ileride kurulacak olan "Cumhuriyet" in adeta özünü teşkil edeceğini ortaya koymuştur.
Bu meclisin toplanması ile birlikte, "Türkiye" adı kullanılmaya başlanmış ve daha sonra kurulan devlete de "Türkiye Cumhuriyeti Devleti" adı verilmiştir. Atatürk, yeni Türk devleti hakkındaki düşüncelerini şöyle dile getirmekteydi.
" ...Yeni Türkiye Devleti'nin ruh-i bünyânı Hâkimiyet-i millîyedir. Milletin bilâ kayd ü şart hâkimiyetidir...".
"... Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin ve bunun hükümetinin milletten aldığı direktif, İstiklâl-i tâm, bilâ kayd ü şart Hâkimiyet-i Milliye ilkelerine dayanarak memleketi bayındırlaştırmak ve milleti zengin, varlıklı ve mutlu kılmaktır. Millî hâkimiyet düşmanlığı, üstün bir yeri, değeri ve şerefi olan bir milletin, her şeyini bir anda yok etmeyi amaçlayan bir suçtan başka bir şey değildir..."[2].
Atatürk, bu konuda başka bir demecinde ise şöyle demektedir [3].
"Arkadaşlar. Türkiye devletinde ve Türkiye Devletini kuran Türkiye halkında tâc-dâr yoktur, diktatör yoktur: Tâc-dâr yokdur ve olmayacaktır. Çünkü olamaz... Bütün cihan bilmelidir ki, artık bu devletin ve milletin başında hiçbir kuvvet yoktur, hiçbir makam yoktur. Yalnız bir kuvvet vardır. O da Hakimiyet-i Milliyedir. Yalnız bir makam vardır. O da milletin kalbi, vicdan ve mevcudiyetidir. ".
Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin açılmasından sonra 20 Ocak 1921 de kabul edilen Anayasa ile devlet meşru bir zemine oturtulmuştur. Anayasa'nın Birinci Maddesinde, " Hâkimiyet bilâ-kayd ü şart milletindir. İdare usulü, halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına müstenittir", denilerek, hâkimiyet bütün millete mal edilmiştir. Atatürk'ün Milli hâkimiyet anlayışı üzerindeki görüşlerini aşağıdaki sözleri hiçbir şüpheye yer vermeden açıklamaktadır.
"...Hâkimiyet-i Milliye öyle bir nûrdur ki onun karşısında zincirler erir, tâc ve tahtlar yanar mahvolur. Milletlerin esareti üzerine kurulmuş müesseseler her tarafta yıkılmaya mahkûmdurlar..." [4].
Atatürk, gerek Millî hâkimiyet konusunda çeşitli vesilelerle söylemiş olduğu sözlerde ve gerekse devlet yönetiminde, "Millî hâkimiyet" ilkesini çağdaş devlet anlayışı içinde uygulamaya koyarak, demokrasisinin yanında yer aldığını, başka bir ifadeyle millî iradeyi hâkim kılmak isteyen demokratik sistemin savunucusu olduğunu bütün hayatı boyunca göstermiştir[5].
Yazı kaynağı : www.turkyurdu.com.tr
Milli Mücadele'nin mihenk taşı: Sivas Kongresi
Şirket haberleri
Finans terminali
Anadolu images
Enerji terminali
Haber Akademisi
Yeşilhat
Ayrımcılık Hattı
Teyit Hattı
Kariyer AA
Kurumsal haberler
Yazı kaynağı : www.aa.com.tr
Yorumların yanıtı sitenin aşağı kısmında
Ali : bilmiyorum, keşke arkadaşlar yorumlarda yanıt versinler.