Bu sitede bulunan yazılar memnuniyetsizliğiniz halınde olursa bizimle iletişime geçiniz ve o yazıyı biz siliriz. saygılarımızla

    mustafa kemal atatürk’ün fethi okyar’la birlikte 1918 yılının kasım ayından itibaren çıkardığı gazetenin adı nedir?

    1 ziyaretçi

    mustafa kemal atatürk’ün fethi okyar’la birlikte 1918 yılının kasım ayından itibaren çıkardığı gazetenin adı nedir? Ne90'dan bulabilirsiniz

    Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi

    Minber (gazete)

    Atatürk’ün Çıkardığı Gazeteler | İşte Atatürk | Atatürk Hakkında Bilmek İstediğiniz Herşey

    Atatürk’ün Çıkardığı Gazeteler | İşte Atatürk | Atatürk Hakkında Bilmek İstediğiniz Herşey

    I

    Atatürk’ün Çıkardığı Gazeteler

    Atatürk, “Minber”, “İrade-i Milliye” ve “Hakimiyet-i Milliye” olmak üzere üç gazete çıkarmıştır. Yaptıklarını ve yapacaklarını halka duyurarak kamuoyu oluşturmak isteyen Atatürk, Kurtuluş Savaşı’nı başlattığı andan itibaren basından destek almış ve basının gücünü en etkili şekilde kullanmıştır.

    Mustafa Kemal Atatürk, yalnızca bir asker, komutan, diplomat, politikacı ve devlet adamı değildi. O, bir düşünürdü de… Atatürk’ün bu yönünü O’nun yazdıklarından, söylediklerinden, okuduklarından anlayabiliyoruz. Zaten Atatürk’ün düşünür yönü O’nu gazeteciliğe yöneltmiştir. Düşüncelerini ve yaptıklarını halka duyurmak için basının ne kadar önemli olduğunu bilen Atatürk, bu gerçeği daha Harbiye öğrencisiyken fark etmiştir. Bu önem Mustafa Kemal önderliğindeki siyasal eylem boyunca kendini göstermiştir. Böylece iç ve dış kamuoyuyla bağ kuran Mustafa Kemal’in yaptıkları, yapmak istedikleri daha iyi anlaşılmıştır.

    Atatürk, hayatının her döneminde basına verdiği önemi belli etmiştir. Örneğin, 1 Mart 1922’de TBMM’yi açarken yapmış olduğu konuşmada şöyle demiştir: “Basın milletin müşterek sesidir. Bir milleti aydınlatma ve doğru yolu göstermede, bir millete muhtaç olduğu fikri gıdayı vermekte, özetle bir milletin saadet hedefi olan müşterek istikamette yürümesini teminde basın, başlı başına bir kuvvet, bir mektep, bir rehberdir.”

    Mustafa Kemal’in gazeteciliğe olan ilgisi daha öğrencilik yıllarında başlamıştır. Henüz Harbiye öğrencisiyken yönetimin siyaset alanındaki yanlışlarını ve aksaklıklarını belirtmek amacıyla eleştiri niteliğindeki yazılar yayınlamak için el yazısıyla bir gazete çıkarmıştır. Bu gazetenin yazılarını bizzat kendisi yazan Mustafa Kemal, Mektepler Müfettişi İsmail Paşa’nın takibine de uğramıştır. Harp Okulu’ndaki veteriner dershanelerinden birine giren Mustafa Kemal ve arkadaşları, çıkardıkları gazetenin yazılarıyla uğraşmaya başladıkları sırada, okul müdürü Rıza Bey tarafından suçüstü yakalanmıştır. Kendilerine önemli bir ceza verilmemiş, “izinsizlik” suçuyla yetinilmiştir.

    Minber

    Atatürk’ün ilk gazete çıkarma girişimi İstanbul’da yayınlanan “Minber”dir. Minber, Mustafa Kemal’in isteği üzerine yayın hayatına girmiştir. Gazeteyi 1918 yılında en yakın arkadaşı Ali Fethi Okyar ile birlikte çıkarmıştır. 1918’de Ahmet İzzet Paşa hükümeti tarafından Mondros Mütarekesi imzalanmıştır. Mustafa Kemal, başında olduğu Yıldırım Orduları Grubu ve 7. Ordu Karargahı lağvedildiği için Suriye’den İstanbul’a dönmüştür ve ülkenin içinde bulunduğu konular hakkında konuşma ve yazma gereği hissetmektedir. Oysa Mustafa Kemal’in asker kimliği politik olaylara girmesini ve aktif rol üstlenmesini engellemektedir.

    Fethi Okyar, anılarında Minber gazetesinin yayınlanması hakkında şunları söylemiştir:

    “Mustafa Kemal Paşa, ‘memleketi perişan eden ve muhalefet adı altında irtikap eden taarruz ve tahripler daha çok gazeteler vasıtasıyla oluyor. Bunlara karşı milleti uyandırmak için en iyi vasıta aynı yolla karşılık vermek, yani bir gazete çıkarmaktır. Benim maaşımdan biriktirdiğim biraz param var, onu koymaya hazırım. Ben askerim imtiyaz alamam, ama sen alabilirsin. Hakikatleri halka, hatta düşmanlarımıza anlatabilmek için hadi gel beraberce gazete çıkaralım.’ dedi. Gazete çıkarmayı hiç düşünmüyordum ama, mensup olduğum İttihat ve Terakki için öylesine çirkin ve haksız ve dolayısıyla vatan ve devlet için öylesine tehlikeli neşriyat başlamıştı ki, bunları cevapsız bırakmak mümkün değildi.”

    1 Kasım 1918’de yayın hayatına başlayan Minber gazetesi günlük olarak yayınlanır ve 51 sayı çıkar. Gazetenin başında Fethi Bey vardır, imtiyaz sahibi ve sorumlu müdürü ise Dr. Rasim Ferit’dir. Minber, Fethi Bey’in eski partisi İttihat ve Terakki’ye olan haksız saldırıları önlemek ve doğruları yazmak, Tevfik Paşa’nın parlamentoda güvenoyu almasını engelleyici yazılar yazmak, Fethi Bey tarafından yeni kurulan Osmanlı Hürriyetperver Avam Fırkası’nın sözcülüğünü yapmak için yayın hayatına girmiştir.

    Gazetenin başyazılarını çoğunlukla Mustafa Kemal, değişik adlarla ya da imzasız yazmıştır. Ayrıca Minber’in hemen hemen her sayısında Mustafa Kemal’le ilgili haberler yer almıştır. 17 Kasım 1918 tarihli gazetede Yıldırım Orduları Grubu Kumandanlığından yeni dönen Mustafa Kemal’le bir de röportaj yapılmıştır. Bu röportajda Mustafa Kemal şöyle demiştir; “… en iyi siyasetin her türlü anlamıyla en çok kuvvetli olmakta bulunduğunu kabul ederim. En çok kuvvetli olmak tabirinden amacımın, yalnız silah kuvveti olduğunu zannetmeyiniz. Bilakis asker olmama rağmen bence kuvvet kendisini oluşturan etkenlerin sonuncusudur. Benim amacım manen, ilmen, ahlaken ve teknik yönden kuvvetli olmaktır. Bu saydığım özelliklerden yoksun olan bir milletin bütün fertlerinin en son silahlarla donatıldığını varsaysak bile kuvvetli olduğunu kabul etmek doğru olmaz.”

    İrade-i Milliye

    Atatürk ikinci gazetesini Sivas Kongresi’nden sonra çıkarmıştır. 4 Eylül 1919 günü başlayan ve 11 Eylül’de sona eren Sivas Kongresi’nin ardından Mustafa Kemal çevresindekilerden yeni çıkaracağı gazete için güvenilir bir yazı işleri müdürü bulmalarını ister. Aranan yazı işleri müdürü bulunur ve gazete çok kısa bir süre içinde çıkarılır. Heyet-i Temsiliye adına Mustafa Kemal tarafından kurulmuş olan gazetenin imtiyazı Selahattin Ulusalerk’e aittir. Gazetenin yazı işleri müdürü ise Mazhar Müfit Kansu’dur. Gazetenin adı ve başlık altı Mustafa Kemal tarafından tespit edilmiştir; “İrade-i Milliye” (Metalip ve Amali Milliye’nin Müdafiidir).

    Başlangıçta haftada bir sonraları haftada iki ve günlük olarak yayınlanan gazetede Sivas Kongresi zabıtlarını, Mustafa Kemal’in bildirilerini, konuşmalarını yayınlanmıştır. Bir amaç için çıkartılan gazetenin nüshaları birçok şehrin çeşitli dairelerine resmi mühürlü zarflar içinde gönderilmiştir.

    Hakimiyet-i Milliye

    Mustafa Kemal Paşa, Heyet-i Temsiliye üyeleriyle birlikte Ankara’ya geldiğinde burada alınacak kararların millete duyurulması için bir gazeteye ihtiyaç duyduğunu söylemiştir ve burada verdiği ilk direktif de “bir gazete çıkaracağız” olmuştur.

    Ankara’da doğru dürüst bir matbaa bulunmadığı için Konya’dan getirtilen baskı makinesi meclis bahçesindeki bir binaya yerleştirilmiş ve iki hafta içinde gazete çıkartılmıştır. Bu gazetenin adını da Mustafa Kemal vermiştir; “Hakimiyet-i Milliye”. İlk sayının gazete başlığının altında ise “mesleği milletin iradesini hakim kılmaktır” diye yazmaktadır. 10 Ocak 1920 günü yayınlanan gazetenin ilk başyazısını Mustafa Kemal yazmıştır.

    Gazete Anadolu’da kurulan Anadolu ve Rumeli Müdafa-i Hukuk Cemiyeti’nin yayın organıdır. Gazetenin yazı işleri müdürü Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu’dur. Gazetenin daha sonraki yazı işleri müdürleri arasında Hüseyin Ragıp Baydur, Nafi Atıf Kansu ve Ziya Gevher Etili gibi isimler de vardır.

    Başlangıçta haftada iki gün yayınlanan gazete 18 Temmuz 1920’den sonra haftada üç gün, 6 Şubat 1921’den sonra da günlük olarak çıkarılmıştır. Gazete 1934 yılına kadar Hakimiyet-i Milliye adıyla, o tarihten sonra da “Ulus” adıyla çıkmaya devam etmiştir.

    Kaynaklar

    1- Türk Basın Tarihi, Nuri İnuğur, Gazeteciler Cemiyeti

    2- Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, İletişim Yayınları, Cilt 1

    3- Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, Prof. Dr. Utkan Kocatürk, Atatürk Araştırma Merkezi

    4- Milli Mücadele’de Atatürk ve Basın 1919-1921, Prof. Dr. Yücel Özkaya, Atatürk Araştırma Merkezi

    5- Atatürk Döneminde Basın ve Basın Özgürlüğü, Gazeteciler Cemiyeti

    Kaynak: www.istanbultarih.com

    II

    Atatürk’le Okyar'ın Çıkardıkları Gazete: MİNBER

    1988’de 45. ve 50. ölüm yıldönümlerinde aziz hatıralarını saygı ve şükranla andığımız Okyar’la Atatürk, gençlik yıllarından son nefeslerine kadar elele ve omuz omuza aynı saflarda Türk vatan ve milletine büyük hizmetler etmiş iki samimî silâh ve dava arkadaşının ideal örneğidirler.

    Daha önce de konu ile ilgili araştırmalarımızda belirttiğimiz gibi, Türk Millî Mücadelesi ve İnkılâbı Tarihi’nin, Atatürk Çağı’nın ön safta gelen ünlü devlet, diplomasi ve politika adamlarından biri Ali Fethi Okyar’dır.’ O’nun son derece renkli, canlı ve mücadeleli geçmiş askerî siyasî hayatı, diplomasi alanında gördüğü başarılı hizmetler, Türk milletinin çok partili demokratik rejime kavuşturulması yolundaki deneme ve çabaları, Atatürk Çağı’nı araştıran tarihçilerin üzerinde dikkat ve titizlikle durmaya zorunlu bulundukları hususlardır.

    Ali Fethi Okyar, Mustafa Kemal Atatürk’ün gençlik yıllarından bu yana daima beraber olduğu en eski ve samimî bir dava ve mücadele arkadaşıdır. Atatürk ve Okyar arasındaki bu köklü dava ve mücadele birliği, Harp Akademisi sıralarında başlamış; İttihat ve Terakki Cemiyeti saflarında, Trablus ve Balkan cephelerinde devam etmiştir.

    Ali Fethi - Mustafa Kemal ikilisinin, İttihat ve Terakki Fırkası’nın üç liderinden özellikle Enver Paşa’ya karşı olan durum ve tutumları incelenirse, Millî Mücadele ve Atatürk Dönemi Tarihi’nin sisli ve karanlık bölümleri aydınlanır; doğru ve dürüst yorumlara erişilir.

    Kuşkusuz bu, çok geniş bir araştırma konusudur. Bizim burada kısaca değinmek ve hakkında bilgi vermek istediğimiz husus, yüce Osmanlı Devleti’nin çöküşünü hızlandırmış İttihat ve Terakki liderlerinin, yurdu perişan bırakıp, hesap vermeden kaçtıkları günlerde, Ali Fethi - Mustafa Kemal ikilisinin ortaklaşa çıkardıkları MİNBER gazetesidir.

    İttihat ve Terakki’nin ilk dönemlerinden başlayarak askerlerin politikaya karışmalarına; İttihatçılığın siyasî cinayetler düzenleyen komitacılığa dönüştürülmesine ve Enver’in baş çektiği Bab-ı âlî Baskını ve Nâzım Paşa’nın öldürülmesi gibi siyasî cinayet kararları alıp uygulamasına şiddetle karşı olan Ali Fethi - Mustafa Kemal ikilisi, Cemiyetin son döneminde büsbütün belirmiş bulunan yanlış iç ve dış politikasını asla benimsememiş; çekinmeden açıkça onları tenkit etmiş, uyarmaya çalışmışlardır. Bu iki mefkure arkadaşı, Enver ve Talat Paşaların yurttan kaçmadan önce geride bırakmaya çalıştıkları Teceddüt Fırkası gibi tampon kuruluşlardan da uzak kalmışlardır. Buna mukabil, Ali Fethi Bey Osmanlı Hürriyetperver Avam Fırkası’nı ve MİNBER gazetesini kurmuş; Mustafa Kemal Paşa da arkadaşına destek olarak İttihatçı liderlere karşı davranışlarını birlikte sürdürmüşlerdir.2

    Millî Mücadele Tarihi’ni araştıranlar, özellikle İttihatçılığın Millî Mücadele’deki yerini belirlemeye çalışanlar bu noktaya, Ali Fethi - Mustafa Kemal ikilisinin Enver Paşa’ya karşı durum ve tutumlarına titizlikle parmak basmalıdırlar. 51 gün gibi kısa ömürlü olan MİNBER adlı gazetelerindeki neşriyatta, Ali Fethi - Mustafa Kemal’in Enver Paşa ve İttihat Terakki karşısındaki durumlarını aydınlığa kavuşturan çok değerli bilgiler bulunmaktadır.

    Yıldırım Orduları Grubu ile Yedinci Ordu Karargâhı lağvedilince, Yedinci Ordu Komutanı bulunan Mustafa Kemal Paşa, Harbiye Nezâreti emrine alınmıştır.3 Mustafa Kemal Paşa, 13 Kasım 1918 Cuma günü İstanbul’a gelmiştir.4

    İstanbul’a gelen Mustafa Kemal Paşa’nın elinde maaşından artırıp biriktirdiği üç - beş bin lirası bulunuyordu. Annesine ev almak istediği bu paranın mühim bir kısmını işletmek için bir ticaret işine koyarak kaybeden Mustafa Kemal Paşa, parasının son kalan bölümünü de Ali Fethi Bey’le kurdukları gazetenin sermayesine yatırmış, katmıştır.

    Atay, MİNBER ile ilgili olarak da şunları yazmaktadır:5

    “... Gazetenin başında Fethi Bey var. Mustafa Kemal, az da olsa, sermaye koyanlar arasında.

    Bu yeni ticaret büsbütün tatlı. Yazacaksın, yazdıracaksın, fikir kavgaları yapacaksın, üstelik para da kazanacaksın.

    Gazete müşterisi nedir? Bir gazeteyi alanlardan yüzde kaçı ciddî yazı okur, yüzde kaçı meraklı havadisler ve tefrikalar peşindedir, Mustafa Kemal’in bunlar hakkında hiç bir fikri yok. O sanıyor ki o günkü gazetelerde Fethi Bey’den daha akıllı başyazar mı var, kendisinden daha iyi polemik ilhamları kim verebilir, o halde bu gazetenin sürümü de hepsinden daha yüksek olması pek tabiî değil midir?

    ... Evet, gazetecilik de bir ticaret ama, bir fikir adamı için dahi incir üzüm alış-verişi kadar anlamadığı bir ticaret!

    ... Gazete teknesi, incir teknesi kadar da dayanmaz. Bütün komutanlık hayatından nesi kalmışsa, o da en çok sürülmemesi için hiçbir sebep olmayan bu gazetede eriyip gider.”

    MİNBER gazetesi, 1 Teşrin-i sâni (Kasım) 1334 (1918) (25 Muharrem 1337) Cuma günü İstanbul’da çıkmaya başlamıştır. Büyük boyda iki sahifeden ibaret, “Siyâsî, ilmî, edebî, yevmî gazete” MİNBER’in İmtiyaz Sahibi Doktor Râsim Ferid Bey’dir.

    i888’de Trablus’da doğmuş bulunan ve Mehmed Ferid Paşa’nın oğlu olan Doktor Rasim Ferid (Talay), Ali Fethi Bey’le Mustafa Kemal Paşa’nın yakın bir arkadaşıdır. Mustafa Kemal Paşa’nın 19 Ağustos 1918 Pazartesi günü Tevfik Fikret’in Aşiyân’ını ziyaretle buradaki defteri imzaladığı sırada yanında bulunan dört kişiden biri Râsim Ferid’dir.

    Yayımladığımız Ali Fethi Okyar’ın (30 Nisan 1921 - 16 Ekim 1921) arasındaki 170 günlük hatırasında tespit ettiğimiz bir bilgiye göre de, iki yıllık Malta sürgününden sonra Avrupa’ya uğrayıp, Aventino vapuru ile yurda dönüşünde üç gün beklenilen İstanbul limanında ilk birbuçuk günü vapurda kalmış ve çoluk çocuğu ile bile görüşmemiştir. Fakat 30 Temmuz 1921 Cumartesi günü: “Bugün sabahtan akşama kadar vapurda kaldım. Râsim Ferid ve Sezai Bey’le görüştüm” demektedir.6 Ve nihayet Dr. Râsim Ferid Talay’ın Atatürk tarafından IV. dönemde Bursa milletvekilliğine seçtirildiğini ve bu görevin V., VI. ve VII. dönemlerde de Niğde milletvekili olarak sürdüğünü görmekteyiz.

    MİNBER gazetesinin yazıları altında tarih sırası ile şu adları, takma adları ve harflerden oluşan imzaları bulmaktayız: Hatib, Muktesid, Nâtık, Ali Fethi, Y. B., Nezihe Hamdi, An, Kâzım Fahri, Ahmet Hulki, Mehmed Ali, Ressam Ali Sami, Ahmed Edib, A (ym). F., İsmail Hami, Ahmed Hikmet, Ali Şükrü, Süleyman Râdi, Doktor Cemil Süleyman.

    51 günlük gazetenin dört sayısında başyazı sansür tarafından çıkarılmış veya yoktur (Nu. 5, 32, 46, 51). Gazetenin 42 başyazısı imzasızdır. Bunların, üslûp incelemesi sonunda ve özellikle Atatürk’e atfedilen: “O günkü gazetelerde Fethi Bey’den daha akıllı başyazar mı var” gibi kayıtlardan Ali Fethi Okyar’a ait olduğu anlaşılmaktadır. MİNBER’deki üç başyazı (Nu. 1, 2, 4)’nın altında da “Hatib” takma adı bulunmaktadır. Yine gazetenin ikinci sayısından başlayarak ikinci sayfasında yer alan ve Ziya Gökalp’ın (Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak) adlı eserini konu seçen (Asrîleşmek) başlıklı dört gün süren (Nu. 2, 6, 8, 9) seri yazı da “Hatib” imzasıyla kaleme alınmıştır.

    Başyazılardan yalnız ikisinde (Nu. 36 ve 40) (İsmail Hami) imzasını görmekteyiz. Bu, yakın bir zaman sonra Sivas Kongresi’ne kâtip olacak tarihçi İsmail Hami Dânişmend (Merzifon 19 Mayıs 1898 - İstanbul 12 Nisan 1967)’dir.

    (Mütareke İktisadı: 1) ve (Millî Piyasa ve İtilâf: 2) başlıklarını taşıyan (Nu. 3 ve 12) (Muktesid) takma imzalı iki makalenin ve (A.F.) imzalı yazının ise Ali Fethi Okyar’a ait olduğu kuşkusuzdur.

    Gazetenin çıkış tarihinde (1 Kasım 1918 Cuma), Mustafa Kemal Paşa, Yıldırım Orduları Komutanı’dır. Ali Fethi Bey ise İstanbul Mebusudur. Henüz Enver Paşa ve arkadaşları Türkiye’dedirler. Bilindiği gibi, 8 Ekim 1918 (2 Muharrem 1337) Salı günü, Talat Paşa’nın sadrazamlığındaki İttihat ve Terakki Harp Kabinesi istifa zorunda kalmış ve Sadaret makamı eski Londra Sefiri, sabık Sadrazamlardan Tevfik Paşa’ya teklif edilmiştir. Zamanın vahimlik ve nazikliğinden ürken birçok devlet ricalinin sorumluluk altına girmekten çekinmeleri yüzünden Tevfik Paşa bir hafta kadar uğraştığı halde hükümet kuramamıştır. Bunun üzerine Sadrazamlık vazifesi, eski Harbiye Nazırlarından Ahmed İzzet (Furgaç) Paşa (Manastır 1864 - İstanbul 1937)’ya tevcih olunmuştur.

    İki gün içinde kabinesini kuran ve 14 Ekim 1918 (8 Muharrem 1337) Pazartesi günü vazifeye başlayan izzet Paşa, ancak 25 gün iktidarda kalabilmiştir.

    İzzet Paşa Kabinesi, 8 Kasım 1918 (3 Safer 1337) Cuma günü öğleden sonra istifa ettiğine göre demek oluyor ki, MİNBER’in yayın hayatına başladığı 1 Kasım’da Ali Fethi Bey, Dahiliye Vekili’dir. Dahiliye Vekilliği’nin son bulduğu 8 Kasım tarihinden sonra ise gazete 43 gün daha çıkmış bulunmaktadır.

    Mustafa Kemal Paşa ise, 13 Kasım 1918 Cuma günü İstanbul’a döndüğüne göre, gazetenin 22 Aralık tarihine kadar çıkan son 40 sayısının yayınlandığı günlerde bizzat İstanbul’dadır.

    MİNBER’in birinci sayısında, (Osmanlı Hürriyetperver Avam Fırkası Programı) yer almış bulunuyor. İkinci sayısındaki, İttihat ve Terakki Kongresi, Talat Paşa ve Ziya Gökalp’in istifaları ve Yeni Program’la ilgili haberde ise “Hürriyetperver Avam Fırkası azası mükerrer tekliflere rağmen bu içtimada hazır bulunmağa muvafakat etmemişler ve binaenaleyh kongreye iştirak eylememişlerdir” denilmektedir.7

    Ermenice (Norki Yank) gazetesinin, MİNBER için İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin fikirlerini yaydığı ve Tanin yerine çıktığı yolundaki asılsız haberi üzerine, gazetede şu notun yer aldığını görüyoruz: “... Refikimiz bu havadisi acaba nereden almıştır? Norki Yank, birinci nüshamızdan bugüne kadar yazdığımız şeyler içinde Cemiyet’in nokta-i nazarını terviç ettiğimizi (tuttuğumuzu, desteklediğimizi) ispat edecek ne gördüğünü bize lütfen haber verirse pek memnun olacağız.”8

    Hemen ertesi gün, MİNBER’in birinci sayfasında “Kaçmışlar!” başlıklı imzasız yazının yer aldığını görüyoruz. Enver Paşa ve diğerleri hakkındaki duygu ve düşünceleri açıkça ve en sert bir dille belirten yazı şöyledir:9

    “Kaçmışlar!

    Kaçmışlar, tahakkuk ediyor, kimden ve nereye? Adaletten şüphe etmek, kendi milletinden, memleketinden şüphe etmek bu, bir insanın nefsinden şüphe etmesine muadildir. Mahkeme var, kanun var, tarih var ve bunların hepsinin fevkinde Allah varken kimden ve nereye kaçarlar? Vicdanları pak, alınları açık, muhti (hata eden, yanılan) olsalar da müctehed (içtihad olunmuş) olduklarını her zaman iddia ederlerdi? Neden korktular? Padişah ve Hükümet intikam siyasetinden müteneffir (iğrenen, tiksinen), ümmet yalnız adaletin tecelliyâtına muntazır (bekleyen, gözleyen), ortada idare-i kanuniye hükümfermâ, ihtilâl yok, anarşi yok ki bu garip firar için bir mazeret tasavvur olunabilsin.

    Fakat bu suretle beyhude nefes tüketmeyelim. Zaman herkesin mahiyetini gösterdi ve gösterir. Her halde caniler için necat yoktur. Eyn-ül-meferr? (Kaçacak yer yok mu?) Memleket kâbusdan kurtuldu. Mecnun veya canı halk içinde daîma muzırdır. Çare birinin zindana, birinin şifahâneye isalidir (ulaştırılmasıdır). Fakat bunlar intihar ederlerse yapacak bir şey kalmaz. Hayatta bulundukça bunlar er geç yine lâyık oldukları mevkilere tıkılırlar. Bundan şüphe etmeyelim.

    Lâkin ders-i ibret almaya bir mâni yoktur. Bütün nefret ve istikrahımızı bir tarafa bırakarak bu dersten istifade edebiliriz. “Başkasını aldatmak, kendini aldatmaktan başka bir şey değildir.” Şu elim kıssadan bu selim hisseyi çıkaran aldanmaz.”

    Minber gazetesinin, Enver ve Talat Paşalarla, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin iç ve dış politikasına karşı olduklarını açıkça sergileyen yazılar, özellikle Ali Kemal’in Ali Fethi Bey ve MİNBER mensupları aleyhindeki haksız saldırılarına verilen cevaplardır.

    Yine, Aydın Mebusu Emanuelidi Efendi’nin Rumca gazetelerdeki ciddiye alınamayacak derecede gülünç açık mektubuna karşı Fethi Bey’in verdiği demeçtir.

    Tercüman-ı Hakikat gazetesinde (Fethi Bey’in Beyanatı) diye çıkan, kendisini ziyaret eden bir genç gazetecinin uydurma ve düzmecesi bir yazı, hemen Ali Kemal’in Sabah gazetesine de aktarılarak sert bir yazı düellosunun açılmasına sebep olmuştur.10

    Dahiliye Nazın Fethi Bey, Tercüman-ı Hakikat ve Sabah gazetelerinde yer alan bu kendisine ait gösterilen baştan aşağı değiştirilmiş sözlerini MİNBER’e verdiği bir demeçle açıklığa kavuşturmuştur.’’

    Bu tartışma yazılarından konuya ışık tutan bir önemlisi, (Fethi Bey’in Cevabı) başlığını ve (Ali Fethi) imzasını taşımaktadır:12

    Ali Kemal Bey, evvelisi günkü Sabah gazetesinde benim için firarileri “... o yâr-ı kadîmlerini (eski dostlarını) ne derece sahabet etmek (sahip çıkmak, korumak, yardım etmek) mümkün ise etti, lehülhamd maksûda erdi de çünkü bu dem caniler sahil-i selâmettedirler...” diyor.

    Diğer bir gazete dahi beni ve diğerlerini imaen “mebusluğu ve sefirliği yağlı kuyruk addettikleri için mesleklerini terketmiş, İttihat ve Terakki sayesinde bugünkü nüfuzlarına sahip olmuş kimselerdir. Bu fırkanın vasıta-i neşr-i efkârı olan (MİNBER) gazetesinin bütün neşriyatı kamilen İttihat zihniyetiyle malûldür...” diyor.

    Makalâtmın (makalelerinin) bütün esasatı (esasları) şahıslara karşı garazkârâne (garazkârlıkla) tecavüzlere (saldırılara) hatta iftiralara ibtinâ eden (dayanan, üzerine kurulan, bina edilen) Ali Kemal Bey’in tesvidâtında (karalamalarında) mantıktan ziyade hissiyât-ı âdiye ve hasise aramak lüzumunu iddia edenlerle beraberim. Bilirim ki sermaye-i muvaffakiyeti halkımızın dedikodu ihtiyacatını tatmin ve bir kısım ahali içün maatteessüf gayr-ı kabil-i inkâr bir meyil ve ibtilâ (esef olunur ki inkârı imkânsız bir gönül verme ve düşkünlük, tiryakilik) teşkil eden şahsiyyât ve levsiyyât (pis şeyler) ile iştigal (uğraşma) inhimakini (aşın düşkünlüğünü memnun etmekten ibaret olan mîr-i mûmâ-ileyh (yukarıda adı geçen) benim gibilere de itâle-i lisan (dil uzatma, sövüp sayma) etmekten men-i nefs edemeyecektir. Evet bu hasîsa (karakter) çoktan beri muharririn yazılarında tecelli etmiş (belirmiş) ve kendileri için yegâne sırr-ı muvaffakiyet olmuştur. Yalnız şurasını ihtar etmek isterim ki, firarilerin Ali Kemal Bey’in murat eylediği mânada yâr-ı kadimleri değilim.

    Firarilerden Enver, Cemal, Talat ile Meşrutiyet’in istihsâli gibi mukaddes gayeler için bundan on sene evvel teşrik-i mesaî (işbirliği) etmiştim. Sonradan bu zevatın millet nazarında adlarını kötüye çıkaran icraatlarına hiçbir suretle katılmadığım gibi, Meşrutiyeti hususî çıkarlarına âlet eyledikleri nazarımda tahakkuk eder etmez, onlara karşı bugünkü kahramanlar tarafından “Velî-yül-na’m Efendimiz” diye hitap edilirken mücadele meydanına atılan bendim. Meclis-i Mebusan’da bulunan ikiyüzelli zat huzurunda yaptığım bu mücadele hiçbir suretle kabil-i setr değildir (gizlenemez). Bu zevat içinde memlekete en muzır bir unsur olarak keşfeylediğim Enver’e karşı mücadelem ise bundan pek kadîmdir (eskidir) ve Trablusgarp Muharebesi’ne müsâdifdir (rastlar).

    Selânik’de teşrîk-i mesaî (işbirliği) ettiğim bu zevatın haysiyetleri ile birlikte şeref-i âcizânemin lekedâr olmaması için açtığım bu mücadele sevkiyledir ki 10 Ocak İnkılâp Hükûmeti’ni şiddetle takbih (kınama) ve kendileriyle kat-ı alâka eylediğimi tebliğ eylemiştim.

    Bu kat-ı alâkayı müteakip Talat ve elyevm İstanbul’da bulunan diğer bir zat o zaman mahal-li memuriyetime gelerek Enver’in badema bu gibi yolsuzluklarına meydan vermeyeceklerine dair birçok vaad ve vaidlerde bulunmuşlar ve makam-ı teminatta Merkez-i Umumî’ye gelip Kâtib-i Umumî sıfatıyla bilcümle anasır-ı münevvere arasında mümkün olduğu kadar itilâf ve hüsn-ü münasebat tesisine dair olan mesleğimi tatbike mezuniyet vermişlerdi.

    Burada resim vardır.

    Minber gazetesi’nin başlığı

    Ancak bu yoldaki faaliyetim ve hatta Ali Kemal Bey ile görüşmüş olmaklığım diğer aza arasında şiddetli kîlü kah (dedikoduyu, söylentiyi) ve gıyabımda birçok entrikaları mucip olarak bilmecburiye Sofya Sefareti’ni kabul ettim. Binaenaleyh sevdiğim askerlik mesleğimi sefaret gibi yağlı kuyruk arkasında bazılarının sû-i zannı gibi terk etmedim. Bilakis neticesi meçhul bir mücadeleye atılmak için terk-i meslek ettim. Sofya Sefareti’ne tayinimi icabeden entrikalara vakıf olduktan sonra yani 1915 senesi Mayıs’ında istifa eyledim. Bu istifayı aynı senenin Kanun-ı evvelinde (Aralık’ında) tekrar ettim. Ancak 1917 Teşrin-i sânî’sinde (Kasım’ında) oradaki vazifeyi terk ile Mebus sıfatıyla yine meydan-ı mücadeleye atılmaya muvaffak oldum. Bulgaristan ahval-i siyasiyesinin en rakik (ince) zamanlarında her neye mal olursa olsun terk-i vazife ettiğimin esbabını şimdi burada tadat etmek (birer birer saymak, söylemek) istemiyorum.

    Şimdi diğer muharrire sorarım: Eğer sefareti yağlı kuyruk bilmiş olsaydım, bir kısım matbuatın (basının) pek bî-âr ve bî-hayâ (utanmaz ve hayâsız) bir suretle dalkavukluk etmekten çekinmedikleri Talat - Enver Kabinesi’ne karşı mücadele etmek için sefareti terk eder mi idim? Herhalde bu muharrir yedine böyle bir yağlı kuyruk geçirmiş olsaydı hiç şüphe yok pek pespaye (derecesi aşağı, bayağı) bir surette temellukatta (yaltaklanmalarda) bulunarak daha yüksek bir makama geçmeğe çalışacağı muhakkaktı. Çünkü kendilerinin zihniyeti şu satırlarda pek belli oluyor: “Memleketin büyük bir tehlikeye yuvarlandığını münevver sınıf pek iyi biliyorlardı. Fakat onların nazarında Türkiye nasıl olursa olsun inkıraza (çökmeğe) mahkûmdu. Benaenaleyh ittihatçılığa dahil olarak ne yaparlarsa kârdı. İşte onlar bu zihniyete tâbi oldular.”

    Bu satırları yazan ve münevver sınıftan madud olması (sayılması) lâzım gelen muharririn zihniyetine tâbi olmamakla müftehirim.

    Şimdi meydanı boş bulan dalkavuklar istedikleri gibi isnadatta bulunmakta, rast gelene sebb-ü şetm etmekte (sövüp saymakta) pek büyük cesaret gösterdikleri için mahzâ (ancak, yalnız) bunların arasına girmemek maksadıyla MİNBER’de mümkün olan ihtiyat ve teenniden (sakınma ve dikkatli davranmadan) ayrılmak istemiyorum. Bunu İttihatçı zihniyeti telâkki etmek pek fahiş bir galat-ı fikr ve fesad-ı ahlâka delâlet eder.

    Memleketimizin bu hale gelmesinin esbabı menfaat-i umûmiyeyi herşeyin fevkinde tutan mücadele-i hakikatta ahval-i zamana tâbi olmayarak her nevi tehlikeye karşı cesaret gösteren zevatın killerinde (azlığında, kıtlığında) ve fıkr-i kanunîyi kendi hevesat-ı şahsiyelerine (şahsî heveslerine) göre uydurmak istidadında bulunanların kesretindedir (bolluğundadır, çokluğundadır).

    Ben firarileri hiç bir veçhile sahabet (sahip çıkma, koruma, arkalanma, yardım etme) etmedim. Onları kaçırmamak için tevkif etmekten (tutuklamaktan) başka çare yoktu. Bir mahkemeden sâdır olmayan (çıkmayan, alınmayan) bir emirle her kimi olursa olsun tevkif ettirmek (tutuklatmak) hilâf-ı kanundur (kanuna aykırıdır, karşıdır). Bir takım su-i istimalâ-tın (suiistimallerin, kötüye kullanmaların) cinayâtın (cinayetlerin) hilâf-ı kanun (kanuna aykırı, yalan) olması Ali Kemal Bey’in mantıklannca bu tevkif muamelesini (tutuklama işlemini) muvafık-ı kanun (kanuna uygun) bulmakta ise, ne ben ne de erbab-ı vukuf ve hukuk buna iştirak edemeyiz (katılamayız).

    Muhasımlarımızın (hasımlanmızın, düşmanlarımızın) kalbgâhımıza kadar gelerek pek feci ve lerze-bahş (titreten) hükümleri muvacehesinde bulunduğumuz şu sırada velev bir müddet için olsun, etrafımızdan utanarak, kin ve gayz hislerini teskin etmek, sebb-ü şetm (sövüp sayma) heveslerini zapteylemek istemeyenler, matbuatımız ve binaenaleyh milletimiz hakkında ecanibin (yabancıların) pek fena hüküm vermesini mucip olmaktadırlar. Talat ve Enver gibi zevatın mazarratını (zararlarını, ziyanlarını) nasıl bütün bir millet çekiyorsa matbuat (basın) namına birkaç şahsın irtikap eylediği (kötü iş işlediği, rüşvet yediği) bu fenalıkları korkarım ki hepimiz çekmiş olmayalım.

    İşte bu fenalıklara karşı dahi mücadele etmeye vazife bilenlerdeniz. Vâki olacak tecavüzler iftiralar bizi bu maksattan ayırmayacaktır. Çünkü nazarımızda menfaat-ı umûmiye herşeyin fevkindedir.”

    Görüldüğü gibi, Fethi Bey bu cevabında kendisinin Enver ve Talat Paşalara karşı olan duygu, düşünce, durum ve tutumunu ayrıntılarıyla belirtmektedir. Yine MİNBER’de (Mustafa Kemal Paşa ile Mülakat)13 ve (Ahmed Hulki) imzası ile Mustafa Kemal Paşa hakkındaki (Nihüfte Bir Sima) başlıklı yazı14; MİNBER’cileri İttihatçılıkla suçlayan ve onlara iftiralar yağdıran Ali Kemal’in yazdıklarına15 verilen (Sabah Başmuharririne) başlıklı yazılarda16; imzasız olmakla beraber Ali Fethi Bey’in yazdığı kuşkusuz (Tehlike Karşısında)17 v.b. gibi başmakalelerde; İsmail Hami Bey’in (Bir Cürm-ü Meşhud) ve Ali Şükrü Bey’in (Sabah Sermuharriri Ali Kemal Bey’e)18 yazılarında gazete ve mensuplarının İttihat ve Terakki liderleri ile izledikleri, uyguladıkları politikaya karşı bulunduklarına dair pek çok bilgi ve açıklamalar bulunmaktadır.

    Millet ve vatanımızın büyük tehlikelerle karşı karşıya bulunduğu bu endişeli dönemde, hükümetleri sert tenkitleriyle uyarmaya ve İttihatçıların düştükleri hatalara düşmemeğe çağıran MİNBER’in Enver ve Talat Paşalara olduğu kadar Tevfık ve Ferid Paşalara karşı da şiddetle muhalefet bayrağı açan bir yayın yaptığı sabittir.

    Yukarıda andığımız Ahmet Hulki imzalı 18 Kasım 1918’de kaleme alınmış yazı ise, âdeta 19 Mayıs 1919’u haber veren şu gerçekten ilginç cümle ile son bulmaktadır: “Herhalde istikbâl-i vatan, MUSTAFA KEMAL PAŞA’dan büyük hizmetler beklemekte haklıdır.”

    Camilerde hatibin çıkıp hutbe okuduğu merdivenli kürsünün adı manasına gelen “MİNBER”, Ali Fethi Okyar’la Mustafa Kemal Atatürk’ün ortaklaşa çıkardıkları bir yayın organı olarak Millî Mücadele’nin ilk müjdecisi, başlangıç adımıdır. Bize göre MİNBER, Millî Mücadele ile İttihat ve Terakki arasında yanlış ilişkiler kuran, gerçeğe ters düşen yorumlara kalkışan yanılmış yerli ve yabancı araştırmacıları düzeltmeye yarayacak değerli bir kaynaktır.

    1 Fethi Tevetoğlu: Atatürk’ün Davasını Yürütmekte tik Aklına Gelen Arkadaşı: Ali Fethi Okyar, Türk Kültürü, Ağustos 1987, Sayı: 292, ss. 9 - 17. Fethî Tevetoğlu: Ali Fethi Okyar’ın Günlük Hatıraları (30 Nisan 1921 - 16 Ekim 1921), Belgeler Türk Tarih Belgeleri Dergisi, Cilt: XII, Sayı: 16, ss. 113-130.

    2 Fethî Tevetoğlu: Ali Fethi Okyar’ın Serbest Fırka Hatıraları, Yeni Forum, 1 - 15 Nisan 1988, Cild: 9, Sayı: 206, s. 33-34

    3 Minber, 11 Kasım 1918 Pazartesi, Nu. 10, s. 2

    4 Minber, 14 Kasım 1918 Cuma, Nu. 13, s. 2

    5 Falih Rıfkı Atay, Çankaya, İstanbul 1969, s. 158 – 159

    6 Dr. Fethi Tevetoğlu: a.g.m., s. 119

    7 Minber, 2 Kasım 1918 Cumartesi, Nu. 2, s. 1

    8 Minber, 5 Kasım 1918 Salı, Nu. 5, s. 2

    9 Minber, 6 Kasım 1918 Çarşamba, Nu. 5, s. 1

    10 Sabah, 6 Kasım 1918 Çarşamba, Nu. 10405, s. 11 Minber, 7 Kasım 1918 Perşembe, Nu. 7, s. 1

    12 Ali Fethi: Fethi Bey’in Cevabı, Minber, 30 Kasım 1918 Cumartesi, Nu. 29, s. 1

    13 Minber, 17 Kasım 1918 Pazar, Nu. 16, s. 1 ve 2

    14 Ahmed Hulki: Nihüfte Bir Sîmâ, Minber, 19 Kasım 1918 Salı, Nu. 18, s. 1

    15 Ali Kemal: Ocak ve Ocaklılar, Sabah, 1 Aralık 1918 Pazar, Nu. 10431, s. 1

    16 Minber, 12 Aralık 1918 Perşenbe, Nu. 41, s. 1

    17 Minber, 14 Aralık 1918 Cumartesi, Nu. 43, s. 1

    18 Minber, 15 Aralık 1918 Pazar, Nu. 44, s. 1

    Fethi Tevetoğlu

    Kaynak: ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ DERGİSİ, Sayı 13, Cilt V, Kasım 1988 

      III      

    İRADE-İ MİLLİYE GAZETESİ

    Anadolu’da başlayan kurtuluş hareketinin yayın organı olan “İrade-i Milliye” Mustafa Kemal’in çalışmaları sonucunda Sivas’ta çıkmıştı. Sivas Valisi Elhaç Ahmet İzzet Paşa tarafından 1878 yılında tesis edilen vilayet matbaası1 milli mücadele döneminin ilk gazetesi olan İrade-i Milliye’nin basım yeri oluyordu. Basının önemini çok iyi bilen Mustafa Kemal, henüz Sivas Kongresi’nin toplandığı ilk günkü oturumda bu konuyu ele almıştı. İsmail Hami Bey “... efendim, bendeniz hem yakında neşredilecek gazetemizde (İrade-i Milliye) meşgul olacağım...”2 diyordu. Bu konu, diğer günler araya önemli konuların girmesi üzerine böylece kapanmıştı. Nihayet 11 Eylül’de Rauf Bey, “propaganda için bir gazete çıkarılacaktı. Arkadaşlarımızdan bir heyet bazı evrakımızın neşri ve yazılar yazılmasıyla meşgul olmalıdır, kongre dağıldıktan sonra herkes hususi işleriyle meşgul olur, bunu şimdiden halletmelidir”3 diyordu.

    Mustafa Kemal’de 11 Eylül’de Sivas Kongresi sona ererken bu önemli silahtan mahrum olunduğunu görüyordu. Kongre azalarından Sivas’ın emektar muallimi Rasim Bey’e başvurarak:

    “— Bir gazete çıkaracağım. Mesul müdürlüğünü üzerine alacak itimada şayan biri lâzım.”4

    Rasim Bey de, derhal araştırmaya başlayarak, öğrencilerinden yirmi iki yaşındaki Selahattin Bey’i bulmuş, güvendiği bu gence teklifini yapmıştı. Selahattin Bey o günleri şöyle anlatmaktadır: “Atatürk, kendisiyle teması olan zevata Sivas’ta bir gazete çıkarmak kararında olduklarını ve bunun içinde bir münasib kimsenin kendisine tanıtılmasını emretmişler... Hemşehrilerim bu zata beni münasib görerek arzettiler ve Sivas Kongresi’nin naşiri efkarı olmak üzere bir gazetenin çıkarılması ve imtiyazının adıma alınmasını Büyük Ata bana emrettiler... Derhal mahalli hükümete müracaat ettim. İhtidamızı tahkikat bahanesiyle geciktiriyorlardı... Nihayet Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin beyannamesinin muamelesi ikmal edilirken bir yandan da bizim imtiyazımızı verdiler.

    Gazetenin ebadı 30X50 santimetre genişliğinde dört sayfadan ibaretti. Başlığı da, elde mevcut harflerin en büyüğü ile dizilmişti...”5

    Bir klişe yaptırmak mümkün olmadığından 36 punto nesih harflerle “İrade-i Milliye” adı dizilmişti. Gazetenin şekil ve sütunlarının durumu sermürettip Mahmut Efendi tarafından yapılıyordu.6 Sivas Vilayet matbaasında bulunan baskı makinası meşrutiyet döneminde getirilmişti. Anadolu’daki pek çok köhne makina gibi bu da kolla çevriliyordu. Matbaada bu köhne makina yanında iki kasa harf ve iki mürettib vardı. Vilayet matbaa müdürü Abdülkadir yanında, baş mürettip Mahmut ve ikinci mürettip Nadir Efendi’lerden oluşan üç kişinin çalışması sonucu kol dönmüş ilk nüsha çıkmıştı. “... Mustafa Kemal’in yaveri Ruhi Bey, daha mürekkebi yaş gazeteyi alarak, koridorun hemen ötesindeki bir odaya girmişti. Vilayet matbaasının bulunduğu binanın sağı mürettiphane, makine dairesi, solu da, idarehane idi. Başka yer bulunamamış; Sivas Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin merkezi bu idarehanenin bir odasına yerleşmişti... Mustafa Kemal de, sık sık buraya gelirdi. İrade-i Milliye’nin ilk nüshasına şöyle bir göz gezdirdiğinde canı da sıkılmamış değildi. Bir prensip kararı vardı: Gazetede imzalı yazı yok. Buna rağmen verdiği direktifle yazılmış yazının altında koca bir imza duruyordu: İsmail Hami.”7

    “Harekât-ı Milliye’nin Esbabı” adlı yazıyı Mustafa Kemal’den aldığı direktif üzerine yazan, İstanbul delegesi olarak kongreye katılan ve aynı zamanda bir gazeteci olan İsmail Hami idi. 14 Eylül 1919 da dört sayfa halinde çıkan İrade-i Milliye gazetesinin bu ilk sayıda bu yazıdan başka, kongre haberleri, Mustafa Kemal Paşa’nın kongreyi açış nutku, kongrenin Padişah’a çektiği tel, millete hitab eden beyanname, Mustafa Kemal’in Mayıs ayında Havza’dan Padişah’a yolladığı telgraf ve pek çok önemli yazı yer alıyordu.

    Gazete, ilk zamanlarda baskı bakımından pek çok sıkıntıya uğramıştı. Bunlar malzeme olduğu kadar, özellikle iki çalışanı olan Mahmut ve Nadir Efendi’lerin korkutulmasıydı. “... bu iki çalışkan mürettibi bazı fesatçılar ve bozguncular korkutmuşlar... demişler ki :

    — Padişah’a isyan mahiyetinde yazılar ile dolu olan İrade-i Milliye gazetesini çıkaranlarla beraber mürettipleri de ipe çekecekler...”

    Bunun üzerine elleri işten soğuyan bu mürettipleri, müdür Abdülkadir ve Selahattin, aydınlatarak durumun böyle olmadığını ve “... tuttuğumuz ve takip ettiğimiz bu yoldan başka vatanın kurtuluş yolu yoktur. Eğer vatan kurtulmazsa ne matbaa kalır, ne mürettip... Sizler millet yolunda birer kahraman işçilersiniz. Kahramanlar ne menfaat ve ne de korku bilmezler...”8 diyerek çalışmalarını temin etmişlerdi. Eğer bu iki mürettip işten çekilseydiler, İrade-i Milliye gazetesinin neşriyatı uzun süre aksayacaktı.

    İlk devrede bin kadar nüsha çıkarılan İrade-i Milliye gazetesine yurdun her tarafından telgraf ve mektuplarla abone talebleri ve tebrikler geldi. Bunun üzerine baskı sayısı gittikçe arttırıldı. Birinci ve ikinci nüshalarda sürüm tahmin edilemiyeceği için ve bir de bir vilayet matbaasında hayli fazla basılması mübalağalı göründüğü için az basılmıştı. Yapılan müracaatlar bunun yetmediğini gösterdiği gibi, günü geçmiş nüshaları yirmi değil, ikiyüz kuruşa dahi arayanlar vardı. Özellikle İstanbul’dan çok isteniyordu. 9

    Çıkan nüshaların önemli bir kısmı propaganda için her tarafa, Müdafaa-i Hukuk Cemiyet’lerine, belediyelere, diğer cemiyet ve halk birliklerine gönderiliyordu. İşgal altındaki yerlerde uygulanan sansür, gazetenin buralara gitmesini engellediği için nafia başmühendisliği, maarif ve ziraat ve evkaf müdürlükleri gibi resmi damgalı zarflar içine koyarak yollama yolu benimsendi. Çünkü, İstanbul telgrafhanesi almış olduğu emir üzerine Sivas Kongresi’nin şehir postahanesinden yollamaya çalıştığı telgrafları dahi kabul etmiyordu. Onun için şüphe çekmeyecek bir yol düşünülmüş ve bu yol bulunarak vilayetin Nafia, Ziraat ve Baytar dairelerinin mühürlü zarfları içinde Anadolu ihtilalinin lideri Mustafa Kemal Paşa’nın gazetesi istenilen yere gönderilebilmişti.

    O günlerde Sivas Ziraat Çiftlik Mektebi Müdürü olan Süleyman Fahri: “bir gün Heyet-i Temsiliye, bir tamimle İstanbul’la resmi muhaberesi olan dairelerden ellişer adet başlıklı resmî zarf istedi. Ben de, “Sivas Ziraat Çiftlik Mektebi” başlıklı zarflardan elli tane verdim. Bunların ne olacağını bilmiyordum. Fakat günün birinde İstanbul’daki “Halkalı Ziraat Mektebi Âlisi” müdürü Nazım Bey’den bir mektup aldım. Kendisine gönderdiğim İrade-i Milliye gazetesine teşekkür ediyordu. O zaman bu zarflar ile İstanbul’a İrade-i Milliye gazetesinin gönderildiğini anladım.”10

    Bu gazetenin bir nüshasını ele geçiren İngiliz’ler Bâb-ı Âli’ye gelerek protesto vermişlerdi. Üstelik kendilerinin Merzifon ve Samsun’u boşaltmalarından sonra Sivas halkının “Kahrolsun İşgal.” diye bağırdığını ve bunu İrade-i Milliye gazetesinin dahi yazdığını belirtmişlerdi. Dahiliye Nazın Damat Şefik Paşada, Sivas Valisi’ne gönderdiği telgrafta “Kahrolsun işgal.” diye bağırıldığını, bu gazetenin yazmasından şikayet ediyor, bu gibi neşriyatın önlenmesini istiyordu.

    Osmanlı devletinin malı ve onun kontrolü altında bulunan, bulunması gereken Sivas Vilayet matbaası bunları dinlemeyerek çalışmalarına devam ediyor, altmışlık mürettip Nadir Efendi kendisine verilen yazılan diziyordu. Yine böyle bir gün tezgah üzerinde duran kağıda iyice eğilmiş, okumuş, bir daha okumuştu:

    “— Allah, Allah. Bakalım. Yanlış mı, nedir?” Hemen matbaa müdürü Abdülkadir Bey’i bularak,

    “— Baksana şuraya.. “Hain Ferit” mi diyor? Bu, bizim sadrazam Damat Ferit Paşa olmaya?”

    “— Evet. Sadrazam Damat Ferit için söylüyor.”

    Osmanlı devletinin bir vilayetinde, hem de Vilayet matbaasında Sadrazam için “haindir” diyen bir yazı nasıl dizilirdi? Bunu dizenin başına neler gelmezdi? İhtiyar mürettibin aklı bir türlü bunu almıyordu. Matbaanın genç müdürü onu iknaya çalışmıştı:

    “— Bunu Mustafa Kemal Paşa yazdırmış, sen korkma, dizmeye bak.” Nadir Efendi yine de elleri titreyerek yazıyı dizip tamamlayabilmişti.12

    İrade-i Milliye, Heyet-i Temsiliye’nin Sivas’ta bulunduğu müddet zarfında 19 sayı kadar çıktı. Bunlarda Ulusal Bağımsızlık Savaşı ile ilgili bilgiler, Mustafa Kemal Paşa’nın bildirileri, Heyet-i Temsiliye’nin kararları ve çeşitli yazılar yer alıyordu. İrade-i Milliye’nin ne olduğu, niçin bağımsızlık savaşına girişildiği, neler yapıldığı, memleketin neden bu duruma düştüğü, şu andaki durum, kamuoyuna bu gazete vasıtası ile duyurulmaktaydı.

    Mustafa Kemal, Heyet-i Temsiliye ile birlikte İrade-i Milliye’yi de Ankara’ya götürmek istemişti. Fakat Sivas ileri gelenleri “İrade-i Milliye Sivas’ta intişara başlamakla bu memlekete tarihî bir şeref vermiştir, biz bu yüksek şerefi memleketde ebedileştirmek istiyoruz. Gazetenizi bize bağışlayınız. Aynı maksad uğrunda bu ışığı burada devam ettirelim”13 dediler. Mustafa Kemal de, bu isteğe uyarak gazeteyi Sivas’ta bıraktı.

    Önceleri haftada bir defa çıkan gazete sonraları haftada iki ve daha sonra da günlük olarak çıkmaya başladı. Fakat, Mustafa Kemal’in Ankara’ya hareketinden sonra gazete Mustafa Kemal’in kontrolünden de uzak kaldığı için bazı istek ve yakınmalara neden oldu. İrade-i Milliye hakkındaki yakınmalar kısa sürede Mustafa Kemal’e iletilmişti. Nitekim Niğde’deki II. Fırka Komutanı Mümtaz Bey, 30 Ocak 1920’de Mustafa Kemal Paşa’ya çektiği şifre telde, Sivas’ta yayınlamakta olan İrade-i Milliye gazetesi adına abone olan kişilerin, abone bedeli olan ikibinaltmış kuruşu 8 Aralık 1919 da Sivas’taki İrade-i Milliye Gazetesi Müdürlüğüne gönderildiğini, ama bu gazetenin kendilerine yollanmadığını, artık bu gazete yönetimine itimadı olmadığını, bu yüzden de abone kaydının başarılı olamıyacağını belirtmekteydi. Mustafa Kemal Paşa, Sivas Heyet-i Merkeziyesine 15 Ocak 1920 de yazdığı bir yazıda İrade-i Milliye Gazetesinin abonelere sürekli gönderilmesi gerektiğini hatırlatmıştı. Mustafa Kemal Ankara’da olmasına rağmen, bu yakınmalarla yakından ilgilenmiş Ulusal Bağımsızlık Savaşı’nın önemli yayın organlarından biri olan İrade-i Milliye’nin her yere ulaşmasını sağlamak amacıyla gerekli girişimlerde bulunmuştu.14

    İrade-i Milliye Gazetesi 1922 yılı sonuna kadar üç yıl Sivas’ta çıkmaya devam etti. Yalnız bölücülüğe kayan ve aynı zamanda şahsi çekişmelere giden guruplardan birinin aleti oldu. Ankara’da “Hakimiyet-i Milliye” çıkmaya başlayınca da her geçen gün daha da söndü. İstiklal mahkemesince mahkum edilen Halis Turgut’un, müdür-ü mesul olduğu dönemde iki defa kapatıldı. 1921 yılının Şubat başındaki kapanışı iki buçuk ay devam etti. “... nihayet vilayet matbaasında gazetenin basılması imkanı olmadı ve yeni bir matbaa açmağa da malî kudretim müsait olmayınca gazeteyi kapadım. Sonraları memuriyetle taşrada iken matbaanın içindeki mevcut nüshalarla birlikte yandığını esefle öğrendim.”15

    İrade-i Milliye’nin kapanması ile diğer bir gurubun sözcülüğünü yapmak üzere Gaye-i Milliye gazetesi, 2 Mart 1921 de çıkmaya başladı. Milli Mücadele’nin en buhranlı günlerinde Sivas halkı ikiye ayrılmış ve bu gazetelerde bu ikiliği körükleyici neşriyat yapıyorlardı. Halis Turgut’un idaresi altında olan İrade-i Milliye özellikle Büyük Taarruz’dan altı ay önce bölücü faaliyetlerini şiddetlendirmiş, 1922 ilkbaharındaki belediye seçimlerinde şahsi kavgalara daha da bağlanmıştı. Son nüshasının ne zaman çıktığı ve kapandığı bilinmemektedir. 1922’nin Mart ayında son nüshasının çıktığı tahmin olunuyor.16 Bugün Ankara’da Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü’nde 1-42 sayılar, ayrıca Başbakanlık Basın Yayın Genel Müdürlüğü kitaplığında da 1-42 sayılar bulunmaktadır.17 Sivas İl Kültür Müdürlüğü de, bu gazetelerin günümüz Türkçesine çevrilmesi ve bilim dünyasına kazandırılması konusunda uğraş vermektedir.

    1 “1973 Sivas İl Yıllığı”, Önder Matbaa, Ankara, 173, ss. 197-198,

    2 Uluğ İğdemir, “Sivas Kongresi Tutanakları” Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1969, s. 1.

    3 İğdemir, a.g.e., s. 2.

    4 Ömer Sami Coşar, “Milli Mücadele Basını”, Gazeteciler Cemiyeti Yayını, No 5 (tarihsiz), s. 113.

    5 Selahattin Ulusalerk, “Ulus, 14.9.1941”, s. 5.

    6 Abdülkadir Sansözen, “Ulus, 14.9.1941”, s. 5.

    7 Coşar, a.g.e., s. 114.

    8 Ulusalerk, a.g.e., s. 5.

    9 Sansözen, a.g.e., s. 5

    10 Mahmut Goloğlu, “Sivas Kongresi”, Başnur Matbaası, Ankara, 1969, s. 254.

    11 Coşar, a.g.e., s. 115-118.

    12 Coşar, a.g.e., s. 112-113.

    13 Sansözen, a.g.e., s. 5.

    14 Yücel Özkaya, “Milli Mücadele Başlangıcında Basın ve Mustafa Kemal Paşa’nın Basınla İlişkileri”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, cilt 1, sayı 1, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1984, ss. 903-904; Yücel Özkaya, “Milli Mücadele’de Atatürk ve Basın”, (1919-1921) Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1989, ss. 60-61.

    15 Ulusalerk, a.g.e., s. 5.

    16 Coşar, a.g.e., s. 118 - Enver Behnan Şapolyo, “Türk Gazetecilik Tarihi ve Her Yönü ile Basın”, Güven Matbaası, Ankara, 1969, s. 192. Halis Turgut daha sonra İzmir Suikasti nedeniyle idam edilmiştir.

    17 İzzet Öztoprak, “Kurtuluş Savaşında Türk Basını”, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları No 230, Ankara, 1981, s. 385.

    Hüseyin Yıldırım

    Kaynak: ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ DERGİSİ, Sayı 23, Cilt: VIII, Mart 1992    

    IV

    MİLLİ MÜCADELE'NİN GAZETESİ HAKİMİYET-İ MİLLİYE NASIL ÇIKARILDI?      

    Mondros Ateşkes Antlaşması’nın (30 Ekim 1918) hemen ardından galip devletlerin Anadolu işgal programları uygulaması 15 Mayıs 1919’da Yunanlıların İzmir’e çıkmaları ile başlamıştı. Bu çıkartmadan bir gün sonra, IX. Ordu Kıtaları Müfettişliği’ne atanan Mustafa Kemal Paşa (Atatürk), Bandırma Vapuru ile İstanbul’dan Samsun’a hareket etmiş, Müfettişlik Karargâhı’nın 18 subayı ile birlikte, 19 Mayıs 1919 sabahı Samsun’a gelmişti. Bu olay aslında Mustafa Kemal Paşa’nın işgal kuvvetlerine ve bu işgali hoşgörü ile karşılayan İstanbul Hükümeti’ne karşı Anadolu’da mücadele bayrağını açmak ve mücadeleyi başlatmak için yaptığı kahramanca bir hareketti. Olaylar bundan sonra hızla gelişmeye başladı. Yunanlılar İzmir’den Anadolu içerlerine sarkmağa devam ederken İngiliz, Fransız, İtalyan işgal kuvvetleri de aralarında anlaştıkları gibi Anadolu’yu işgale başlamışlardı. Her ne kadar düşman işgallerine karşı, çeşitli şehir ve kasabalarda direnme güçleri oluşmuşsa da bunlar yeterince teşkilâtlı olmadıklarından güçsüz, hatta başsız kalmaktaydı, öte tarafta Mustafa Kemal Paşa, Samsun’a çıktığının ertesi günü Sadrazam Damad Ferit’e bir telgraf çekerek “İzmir işgalini milletin asla kabul etmeyeceğini” bildirmiş, Erzurum’daki 15. Kolordu Komutanı Kâzım Karabekir Paşa ile de hemen bağlantı kurmuştu. Mustafa Kemal Paşa, mücaledeyi vatan sathında millet birliğine ve vatan bütünlüğüne dayalı tek bir güçte birleştirmek istiyordu. Bu amaçla Samsun’dan daha içerlere gitmeyi kararlaştırdı. 25 Mayıs 1919 da Havza’ya, 12 Haziran 1919 da Amasya’ya geldi. Amasya’da Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti adına bütün illere gönderdiği bir genelgede “Vatanın bütünlüğünün ve milletin istiklâlinin tehlikede olduğunu, İstanbul Hükümeti’nin görevini yapamadığını, milletin istiklâlini yine milletin azim ve kararının kurtaracağını...” belirterek Erzurum da toplanmasına karar verilen Kongre’ye her ilden üç temsilcinin gönderilmesini bildirdi. Amasya’da 14 gün kalan Mustafa Kemal Atatürk, buradan Tokat ve Sivas’a da uğrayarak 3 Temmuz 1919 günü Erzurum’a geldi.

    Olaylar hızla gelişirken Türk basınının kümeleştiği İstanbul’da padişah yanlısı, Anadolu Kuvay-i Milliye yanlısı gibi kutuplaşmalarda hemen başladı. İzmir’in Yunanlılar tarafından işgalini tam bir birlik içinde protesto eden gazetecilerin heyecanı giderek yatışıyordu. Bazı gazeteler işgale yumuşak bakar oldular. Bununla da kalmadılar. Mustafa Kemal’in Anadolu harekâtını devletin başına yeni gaileler açacak ve işgalci devletleri kızdıracak bir macera olarak görmeye başladılar. Bunların başında Alemdar ve Peyam-ı Sabah gazeteleri geliyordu. İstanbul’da Tasvir-i Efkâr, İkdam, Vakit, İleri, Tercüman, Akşam gibi bağımsız gazeteleri de Erzurum’a, Sivas’a muhabirler göndererek, Hükümetin sansür baskılarına rağmen Anadolu harekâtını ve bu harekâtın lideri Mustafa Kemal Atatürk’ü destekliyorlardı1. Başta İzmir olmak üzere Anadolu’nun işgal bölgelerindeki gazeteler çaresiz, işgal kuvvetlerinin sıkı takibi ve sansürü altındaydı. İzmir’de yayınlanan Anadolu, Duygu, Ahenk gazeteleri Yunan bildirilerini yayınlamak zorunda bırakılıyordu. İzmir’de yayınlanan Köylü gazetesi ise tamamen düşman tarafını tutuyordu. İşgal bölgeleri dışında kalan Anadolu gazeteleri arasında Konya’da yayınlanan öğüd ve Babalık, Kastamonu’da Açık Söz gazeteleri açıkça Millî Mücadele’nin yanında ve safında yer aldılar2. Bundan başka Erzurum’da Albayrak, Balıkesir’de Doğru Söz, Adana’da Yeni Adana, Amasya’da Emel, Samsun’da Ahali, Maraş’ta Amal-i Milliye ve daha başka birkaç gazete de Millî Mücadele’yi haber ve makaleleriyle destekliyorlardı3.

    Atatürk, Anadolu’da başlattığı Millî Mücadele’nin başarıya ulaşmasında iç ve dış basının ne denli etkin bir güç olduğunu çok iyi biliyordu. Bazı gazetecilik deneyleri de yapmıştı. Harp Okulu’nda öğrenci iken (1896-1902), arkadaşları ile birlikte bir duvar gazetesi çıkarma girişimleri olmuş, bu yüzden izinsizlik cezası almıştı. Mondros Ateşkes Antlaşmasından iki gün sonra, 2 Kasım 1918 de arkadaşı Fethi (Okyar) ile birlikte İstanbul’da Minber adlı siyasi, günlük bir gazete yayınlamışlardı. Dr. Rasim Ferid, Minber’in imtiyaz sahipliğini ve sorumlu müdürlüğünü almış, Atatürk bu gazetede Minber takma adı ile baş yazılar yayınlamıştı. 50 sayı çıktıktan sonra 21 Kasım 1918 de kapanan Minber, Atatürk’ün basına verdiği önemin çarpıcı bir örneğidir.

    Atatürk, Anadolu’da giriştiği millî harekâtın haklılığının özellikle dış basında yer almasına titizlikle özen gösteriyordu. Sivas Kongresi’nin yapıldığı günlerde (4-11 Eylül 1919) Amerika’dan Sivas’a gelen Chicago Daily News gazetesi muhabiri Louis E. Browne’a Millî Mücadele’nin haklılığı konusunda geniş bilgiler verdi ve onun aracılığı ile Dünya’ya duyurdu. Daha sonraları Fransız gazeteci Madame Berthe-Georges Gaulis de Anadolu’ya gelerek Ankara’da Atatürk’le görüştü, aylarca kalarak, Millî Mücadele’nin haklılığını Fransız ve Dünya kamuoyuna duyurdu. Atatürk, Avrupa’da kendisi ve Türkiye lehinde-aleyhinde yazılan yazıları, haberleri de titizlikle izliyordu. Cevap verilmesi gerekenlere gazeteler yolu ile cevap verdiriyor, leyhte-aleyte olsun hiçbir yabancı gazeteyle polemik açılmamasına dikkat gösteriyordu. Bu arada Millî Mücadele aleyhinde yayın yapan İstanbul gazetelerinin Anadolu’ya geçmemesi için gerekli önlemlerin alınmasını, Anadolu’da Millî Mücadele safında yer alan gazetelerin en uzak yurt köşelerine, işgal bölgeleri ve İstanbul’a girmesi için çalışılmasını ilgililerden istiyordu4.

    Atatürk’ün Millî Mücadele’de Çıkarttığı tik Gazete: İrade-i Milliye

    Erzurum Kongresi’nden sonra Sivas Kongresi de yapıldı ve 11 Eylül 1919 da Kongre sona erdi. Mustafa Kemal’in başkanlığında Kongrece seçilen Heyet-i Temsiliye, bundan böyle Türk Milleti adına Türkiye’yi temsil edecek, Temsil Heyeti en kısa zamanda Meclis-i Mebusa’nın açılabilmesi için milletvekili seçimine başlayacaktı. Bu arada Atatürk Sivas Kongresi’nde alınan kararları ve yapılan işlemleri duyurmak, içte ve dışta kamuoyu oluşturmak amacıyla Sivas’ta hemen bir gazete çıkarılması girişiminde bulundu. Gazetenin adını (İrade-i Milliye) koyarak valilikten imtiyazını aldı. Sahipliği ve mes’ul müdürlüğü Sivas’lı gençlerden Salahaddin’e verildi. Baskı işleri Sivas Valiliği matbaasında gerçekleştiriliyordu. 14 Eylül 1919 günü İrade-i Milliye’nin ilk sayısı çıktı. İrade-i Milliye’nin başlığının altındaki (Metalibi ve Amal-i Milliye’nin Müdafüdir) sözü de Atatürk tarafından yazdırılmıştı. Gazete haftada 2 ve 4 sayfa olarak yayınlanıyordu. İlk sayısına Atatürk’ün direktifi ile Sivas Kongresi’ne katılmış bulunan tarihçi-yazar İsmail Hami (Danişmend) (Harekât-ı Milliyettin Esbabı) başlıklı uzun bir yazı yazmıştı. Yine ilk sayıda Atatürk’ün Kongreyi açış nutku, ayrıca Kongre’nin padişaha çektiği tel, millete bir beyanname, Kongre üyelerinin yemininin metni, Sivas Valisi Reşid Paşa’nın Mamuretilaziz Valisi Galip Bey’in ihaneti ile ilgili Dahiliye Nazırı’na gönderdiği telin sureti yer alıyordu.

    Gazetedeki haberler ve yazılar Atatürk’ün arkadaştan tarafından hazırlanıyor, Atatürk’e gösterildikten sonra yayınlanıyordu5.

    İrade-i Milliye gazetesi, Atatürk’ün Sivas’tan Ankara’ya ayrılması tarihi olan 18 Aralık 1919 dan sonra da yayımını sürdürdü. Bu tarihten sonra Atatürk’ün kontrolünden çıkmış, yine de yayımına devam etmesi için çalışılmıştı. Bir ara Atatürk, İrade-i Milliye’nin Ankara’ya taşınmasını istemiş, ancak Sivas’lılar ve gazetenin imtiyaz sahibi, gazetenin Sivas’ta kalmasını istediklerinden, taşınma işinden vazgeçilmiştir6. İrade-i Milliye, Sivas’ta 138 sayı çıktıktan sonra, matbaasının yanmasıyla 1921 yılı başlarında kapandı.

    Hâkimiyet-i Milliye’nin Yayınlanışı

    Atatürk, “Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Heyet-i Temsiliyesi Reisi” olarak 27 Aralık 1919 günü Ankara’ya geldikten ve Keçiören’deki Ziraat Mektebi’ne yerleştikten iki gün sonra, bir gazete çıkartmağa karar vermişti. Her ne kadar Ankara’da vilâyet matbaasında basılan bir Ankara Vilâyet gazetesi çıkıyorsa da bu düzensiz ve ne zaman çıkacağı belli olmayan Resmi Gazete’de ancak vilâyet ilânları ile bir iki resmi haber yayınlanıyordu. Bunun dışında Ankara’da Heyet-i Temsiliye’nin yayın organı olabilecek bir gazetenin çıkması gerekiyordu. Atatürk, arkadaşları ile birlikte önce gazetenin adı üzerinde durdu. (Anadolu’nun Sesi) adı uygun bulunmuştu. Atatürk, Sivas’ta yayınladığı (İrade-i Milliye) gazetesinin adını bu kez Ankara’da (Hakimiyet-i Milliye) olarak devamını istedi. Gazetenin adı (Hakimiyet-i Milliye) olmuştu. Gazetenin adı konmuştu ama, ortada ne matbaa vardı, ne de kağıt. Valilikten yayın imtiyazının da alınması gerekiyordu. Ankara Vali Vekili defterdar Yahya Galip bu izni kolayca verdi. Gazetenin sahipliği ve yazı işleri Müdürlüğü Recep Zühdü (Soyak) a verildi. Bir matbaa kuruluncaya kadar gazetenin Ankara vilâyet matbaasında yayınlanması düşünülmüştü. O günlerde Atatürk’le birlikte Ankara’ya gelmiş bulunan Mazhar Müfit Kansu, yayınladığı hatıralarında Hâkimiyet-i Milliye’nin çıkışı hakkında bize şu bilgileri vermektedir:

    ..Ankara’da bir gazetenin çıkmasını ve isminin Hâkimiyet-i Milliye olmasını görüştük ve karar verdik. Gazete çıkabilmek için vilâyet matbaasından istifade etmek lâzımdı. Gerek kağıt ve gerekse tab hususunda muavenete muhtaç idik. Usulen gazetenin nesri için vilâyete müracaatla müsaade-i Tesmiyesini aldık. Muavenet için de vali vekiline beni gönderdiler.

    Hükümete gittiğim ve vali vekili Tahya Galip Bey’in odasına girdiğim zaman, defterdar, mektupça, jandarma kumandanı ve sair erkânı vilâyetde odada bir şeyler görüşmekte idiler.

    Beni yanına oturtmuştu. Gizlice fısıldama kabilinden: “Paşa ‘nın selâmı var, Hâkimiyet-i Milliye’yi çıkaracağız, bize Vilâyet matbaasından ödünç olarak kağıt vermenizi ve tab için lâzım gelen hurufat vesaireyi ihzar edinceye kadar Matbaai Vilâyetten yardım edilmesini rica ediyor” dedim.

    Benim bu gizli sözlerim üzerine Yahya Galip Bey yüksek bir sesle: “Ne demek efendim, gazete çıkaracak iseniz kağıdı vilâyet mi verecek? Matbaa-i Vilâyet sizin malikâneniz midir? Olamaz efendim, böyle şeyler usul ve nizama mugayirdir. Ben usul ve nizama mugayir işler için Heyet-i Temsiliye filan tanımam “ diye attı, tuttu.

    Doğrusu ben şaşırdım. Yahya Galip Bey’in bu tarz-ı hareketi ve cevabi beni hayrette bıraktığı gibi, odada hazır bulunanları da hayrete sevk etti.

    Benim de sert bir cevap vereceğimi tahmin eden memur efendiler, birer birer odadan çıkıp gittiler. Yalnız kalınca, Yahya Galib Bey bir kahkaha attı: “Nasıl çalımımı beğendin mi? Defterdara, mektupçuya, jandarma kumandanına, ben Heyet-i Temsiliye tanımam filan diye attık tuttuk, Bu adamlar da amma yaman vali, Heyet-i Temsiliye’nin muavenet ricasını reddetti diyecekler. Be birader, böyle şeyler sorulur mu? Matbaa-i Vilâyet de sizin, biz de sizin; ne kadar kağıt isterseniz alınız. Matbaa müdürüne lâzım gelen emirleri veriniz” dedi ve ısmarladığı kahveyi içtikten sonra mektebe geldim.

    Vakayı anlattığım arkadaşlarla epice güldük. Bu suretle Hâkimiyet-i Milliye’yi çıkarmağa başladık. Sahib-i imtiyazı Recep Zühtü idi Gazetenin dar ve tahta bir merdivenle çıkılınca hemen iki küçük odadan ibaret idarehanesi vardı. O küçük odanın birinde tahta bir masanın kenarında, beş numaralı kötü bir lambanın ışığı altında Ziya Gevher’i, yazı yazmakla meşgul görürdük.

    Akşamları bazı dostlar idarehaneye uğrayarak havadis getirirler, muavenet-i kalemiyede bulunurlardı7.

    Gazete idarehanesi için, Ankara’nın Ulus Meydanı’nda ilk Büyük Millet Meclisi binasına yakın Veli Hanı’nın birinci katında iki oda kiralandı. Yazı heyeti bu odaya yerleşti. Vilâyet Matbaası ise Valiliğin alt katındaydı. Matbaanın bir müdürü, kolla çevrilen yaşlı baskı makinesinin bir makinisti, iki-üç te mürettibi vardı. Bu mürettipler günde ancak 2-3 sütün yazı dizebiliyorlar, ikindi ezanı okununca da görevlerinden ayrılarak evlerine gidiyorlardı.

    Haftada 2 defa ve şimdilik 4 sayfa olan yayınlanmasına karar verilen Hâkimiyet-i Milliye böyle yetersiz bir matbaada çıkıyordu8.

    Gazetenin yazı ve haberlerinin sağlanmasında Atatürk’ün yakın arkadaşlarından Hakkı Behiç te görev almıştı. Ne var ki, gazetenin başlığı için bir klişe yaptırılamamış, matbaadaki 36 iri punta harflerden bir (Hâkimiyet-i Milliye) dizdirilmiş ve başlık olarak kullanılmıştı. Gazete 57 x 82 boyutlu kağıdın ikiye katlanışı ile 4 sütun üzerinden hazırlanıyordu. Sonunda 10 Ocak 1920 Cumartesi günü ilk sayısı yayınlandı. Başlığın sağında (Sahib-i İmtiyaz ve Müdür-i Mes’ulü Recep Zühdü) (Adresi: Ankara-Hâkimiyet-i Milliye) yazısı okunuyordu. Bunun altına (Abone şartlan: Seneliği 300 kuruştur. Altı aylığı 160 kuruştur) yazılmıştı. Başlığın solunda (Umur-ı tahririye için Hey’et-i Tahririye’ye, umur-ı idare için Müdür-i Mes’ule müracaat olunur) cümlesi yazılmış, altına da (Dercedihneyen evrak iade edilmez. Nüshası 3 kuruştur) ibaresi konmuştu. Başlığın altında da (Mesleği, milletin idaresini hâkim kılmaktır) yazısı okunuyordu, tik sayıda Heyet-i Tahririye imzalı, Atatürk’ün Hakkı Behiç’e not ettirdiği (Hâkimiyet-i Milliye) başlıklı bir başyazı yer aldı. Bütün bir sayfayı dolduran başyazıda gazetenin tutacağı yol ve Milli Mücadele’nin hedefleri şu cümlelerle dile getiriliyordu:

    Bugünden itibaren mevki-i intişara çıkan ve sütunlarında bütün Anadolu ile onu alâkadar eden muhitlerin ahvâl ve hadisâtını ihtiva edecek olan gazetemize bu ismi tesadüfi olarak vermedik Gazetemizin ismi, aynı zamanda takip edeceği tarik-i mücâhedenin de nev’idir. Şu halde diyebiliriz ki, Hâkimiyet-i Milliye’nin mesleği, milletin müdafaa-i hâkimiyeti olacaktır.

    Cihanın her tarafında, en müfrit ve en yüksek demokrasilere müteveccih inkılâplar vücuda getirildiği, milletler terakkiyat-ı medenîyenin istinat ettiği manevî hâkimiyetlerden bile müşteki bulunduğu, servetler ve maişetler hususunda bile müsavata doğru önüne geçilmez cereyanlar peyda olduğu bir zamanda, bahusus meşrutiyeti getiren inkılâptan on iki sene sonra, tekrar hâkimiyet-i milliye için mücahedeye ihtiyaç görünmesi biraz garip telâkki olunabilir. Böyle düşünecek zevata şimdiden kısaca cevap verelim ki “hâkimiyet-i milliye” hiç bir zaman meşrutiyet demek değildir. Meşrutiyet ancak onun vasıtası olabilir.

    Her millet inkılâbım hâkimiyetinin istirdadı için yaptığı gibi, bizde de inkılâbın hedefi hâkimiyet-i millîye idi. İlân-ı meşrutiyeti takip eden ilk birkaç sene içinde bu hedefe az çok yaklaşıldığı halde, bir taraftan irtica korkusunun tazyike başladığı hürriyetler, diğer taraftan mukadderat-ı millete bilâ-rekabet vaz’ı yed etmek ihtiras-ı garibinin bulandırdığı müşevveş dimağlarla birleşerek rid hareketlere sebep oldu; ve millet hissetmeyerek bir lâhza elde tuttuğunu zannettiği hâkimiyeti başından geçen velveledâr fırtınalara kaptırmış bulundu. Bir gün geldi ki hürriyetten bahsedilip dururken hiç kimse istediği gibi hareket, en meşru işlerinde dahi nefsinde mezuniyet göremez oldu ve hâkimiyet-i milliye namına geçmiş zamanların belirsiz bir hatırasından başka bir şeye mâlik olmadığını hissetti.

    Buna tahammül edilemezdi. Çünkü o hâkimiyeti ele geçirinceye kadar ne fedakârlıklar yapılmış, ne kurbanlar verilmiş, otuz üç senelik bir saltanat-ı mezâlimin ne kara günleri, ne acıları, ne felâketleri çekilmişti. Fakat daima hududun bir köşesinden, mütecessis ve hâin, bir fırsat-ı tecavüz bekleyen düşman gözler, hiç bir gün parlamaktan hali kalmadı; ve millet hâkimiyetini yine ona istinaden gasbedenler, daima ufkun o iki yuvarlak ateşle parlayan noktasını göstererek tehditkâr bir ittisa ile taşmak istidadını gösteren sabır ve tahammülü teskin ettiler. Muvaffak oldular. Çünkü bu millet, hayat ve mevcudiyeti nâmına her fedakârlığı bilâtereddüd kabulden hiç bir gün çekinmemişti. “Endişe-i vatan” karşısında onun unutmadığı kin ve intikam, terk ve feda etmediği emel ve menfaat, göze aldırmadığı vak’a ve tehlike yoktu. Mevcudiyetini koyduğu bu muharebede kendisine zafer vaadedenlerin, hâkimiyetine tecavüz etmelerini hoş gördü. Fakat zafer yerine hezimet gelince, bu millet dünyanın hiç bir milletinde bulunmayan büyük ve metin bir ulüvv-i cenâb ile hâkimiyete sahip olduğunu gösterdi. Başında bulunanları kırdı, devirdi.

    Mütareke’yi müteakip, intizar olunuyordu ki, hâkimiyet-i millîye, artık onu iptale haris olan pençelerden tahlis edildiği için millete telâfi-i mâfât yolunda yüksek ve müessir bir âmil olacak sulhu ve onun istikbale râci olan şeraitini temin hususunda her şeyden ziyade kuvvetli olan mevcudiyet-i milliyeyi izhar ve ispat edecek, hezimetin dağıttığı muhtelif kuvâ-yı milliyeyi tevhid ve telif ederek hedefe sevkeyleyecek... Evet, böyle zanolunuyordu. Meğer bu memleketin harabe-i hâkimiyeti üzerinde kirli ve çamurlu yuvalar kurmak isteyen baykuşlar daha ekşitmemiş... Meğer maziye karıştığını zannettiğimiz devr-i mezâlimin rüya-yı avdetiyle dem-güzâr olanlar, müstakbel saraylarının altın emellerini bu zavallı milletin kafatası üzerinde kurmak isteyen Hülâgu ahfadı daha varmış... Mütareke’nin hemen ferdasında iğrenç bir manevra ile mevki-i iktidara öyle hükümetler çıktı ve ilk darbe ile yıktıkları hâkimiyet-i milliyenin aks-i tesiratından korkarak öyle hıyanetler irtikap ettiler, memleketi düşmanların taksim masasına kolları bağlı sürüklemek, milleti mezbaha-i tarihe gözleri kapalı sevketmek için düşman kuvvetlerine istinat ederek öyle şenaatler vücuda getirdiler ki, millet bu defa bütün kuvvet ve azameti ile mevcudiyetini ve hâkimiyetini fiilen izhar etmek ıztırânnda kaldı. İşte Kuvâ-yı milliye, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Teşkilâtı bu ıztırann mevlûdu ve bu ahval ve hadisâtın netice-i tâbiîyesidir. Hâkimiyet-i Milliye gazetesi de bu hadisâttan doğuyor.

    Bundan sonra hâkimiyet-i milliye ihlâl edilemez; buna şüphe yok. Millet bu en sonuncu tecrübesinden o kadar büyük bir intibah ile çıktı ki, artık hâkimiyet onun dimağında on iki sene evvelki hatırasından daha çok derin, daha pek çok nüfus etmiş bir iz teşkil ediyor. Melekât-ı dimağiyesi bu iz üzerinde tavakkuf etmedikçe işleyemez. Fakat memleketimizde hâkimiyet-i milliyenin düşmanları o kadar alçak ve o kadar zelil mahiyettedir ki düşman himayelerine sığınarak, ecnebi kuvvetlerinden imdat umarak milletin sadâ-yı hakk ve hâkimiyetini boğmak teşebbüsünden kolay kolay vazgeçeceklerini zannetmiyoruz. Vaktiyle büyük inkılâplar sırasında saraylarını düşman askerlerine muhafaza ettiren, milletlerine düşmanlarının süngülerini davet eyleyen hükümdarlar bile görülmüştü. Fakat unutulmamalıdır ki bu hükümdarlar siyaset meydanlarında can verdiler ve daha fenası, bütün beşeriyetin hafiza-ı teltninde yaşıyorlar. Hükümdarları affetmeyen hâkimiyet-i milliyenin birkaç türediyi ne dereceye kadar hazmedebileceği meydandadır. İşte gazetemiz, milletin hâkimiyetine musallat olmak isteyecek eşhasa karşı mücâhede ve mücâdele için intişar ediyor.

    Hâkimiyet-i milliye’nin mücâhedatına daha çok zaman ihtiyaç görüyoruz. Meşrutiyetin, meclislerin, oralarda herhangi birkaç manevra ile ihraz-ı ekseriyet edecek fırkaların, siyasî zümrelerin arkasında, Anadolu’nun saf, dûr-endîş, mütevekkil ve âlicenap, fakat daima azim ve iradesine mâlik vicdanını kendine rehber edinerek Hâkimiyet-i milliye yaşayacaktır.

    Hâkimiyet-i milliye üç büyük istinadgâh tanır: Zekâ, irfan, hamiyet... Bunlar haricinde hiç bir şeye istinat edemez. Milletin hâkimiyetine sermayelerin, ne içi boş siyasetlerin, ne kinlere, menfaatlere, ikbal ve istikballere müteveccih geçici heveslerin bâzîçesi olamaz. Millet yaşamağa, hür ve müstakil yaşamağa, yaşadıkça da mesut ve mütekâmil bir unsur-ı terakki olmağa muhtaçtır. Hâkimiyetini bunun için istimal edecektir. Gazetemizin de gayesi milletin bu ihtiyacıdır.

    Heyet-i Tahririye

    Hâkimiyet-i Milliye’nin 10 Ocak 1920 tarihli ilk sayısında, Bursalı hanımların Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Temsil Heyeti’ne çektikleri işgali protesto eden uzun telgrafı ile güneyde Fransızların Maraşı işgallerini protesto eden Pazarcık Müftüsü, Belediye Başkanı ve halkın telgrafına yer veriliyordu. Bu telgraflarla her şehrin, her kasabanın işgal kuvvetlerinin eylemlerini protesto etmeleri için Anadolu’ya mesajlar veriliyordu.

    Nitekim bu yayınlardan sonra protesto telgrafları ve mitingler artmış, Anadolu’nun her köşesinden sesler gelmeye başlamıştı. Ayrıca ilk sayıda Azerbeycan, Gürcistan olaylarına da yer verilmiştir.

    Hâkimiyet-i Milliye gazetesinin ilk sayısının kaç adet basıldığı hakkında kesin bilgimiz yoksa da o günü yaşayanların ve araştırıcıların notlarından bunun 1200-1500 adet olduğu sanılmakta, yandan fazlasının ordu birliklerine, il ve ilçeler, Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerine, valiliklere, dış temsilciliklere ve gerekli görülen yerlere dağıtıldığı bilinmektedir. Gazetenin çıktığı ertesi günü, 11 Ocak 1920 günü Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri Merkez Heyetlerine şu genelge gönderildi9:

    “Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti meslek ve programı dahilinde ve Heyet-i Temsiliye’nin nezareti altında Ankara’da haftada iki defa neşredilmeğe başlanan “Hâkimiyet-i Milliye” gazetesinin ilk nüshasından miktar-ı kâfi posta ile gönderilmiştir. Seneliği üç yüz, altı aylığı yüz altmış kuruştan abone kaydedileceklerin abone bedellerinin Ziraat Bankası vasıtasıyla irsali ve bu bapta delâlet ve teşvikat icrası bilhassa rica olunur.

    Heyet-i Temsiliye Reisi

    Mustafa Kemal

    Heyet-i Temsiliye Reisi Mustafa Kemal Paşa, 13 Ocak 1920 günü 15. Kolordu Komutanı Kâzım Karabekir Paşa’ya da bir telgraf göndererek Ankara’da Hâkimiyet-i Milliye adında bir gazete çıkarılmağa başlandığını, görünüşte özel bir gazeteye benziyorsa da yazılarının Temsil Heyeti tarafından verildiğini bildirmiştir10.

    Hâkimiyet-i Milliye gazetesinin başyazılarına imza konmamış, bazı makalelerin altına tek bir yıldız atılmıştır. Bu yazıların Atatürk’ün kaleminden çıktığı ya da Atatürk tarafından dikte ettirildiği söylenmektedir11.

    Her ne olursa olsun, Hâkimiyet-i Milliye dar kadrosu ve yetersiz matbaasında bir dava gazetesi olarak yayınını sürdürmekte kararlıdır. Bir defasında Mustafa Kemal, ayrıca gazetenin imtiyaz sahibi ve yazı İşleri Müdürü Recep Zühdü imzasıyla 5 Mart 1920 de İstanbul’da Harbiye Nezareti Başyaveri Salih Bey’e bir telgraf çekilmiş, çok acele bir şapoğraf makinesi, yeteri kadar yedek muşambası ve mürekkebi istenmiştir12. Eskişehir Mutasarrıflığından istenen 442 okka gazete kağıdından 272 okkası ancak 20 Nisan 1920 de Ankara’ya ulaşmıştır13. İstanbul’dan gönderilecek kağıtların da Bursa’ya celbi konusunda Mustafa Kemal Bursa’da 14. Kolordu Komutan Vekili Bekir Sami Bey’e de 14 Nisan 1920 tarihli bir telgraf göndermiştir14. Bu telgraflardan anlaşılacağı üzere, matbaa makinesinin yanında kağıt sıkıntısı da son safhadadır. Birkaç kez, Ankara çarşısında esnaftan paket kağıdı aranmış, bunlardan uygun bulunanlara gazete basılmıştır. Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüd Başkanlığı Atatürk Arşivi’nde, çıktığı günden itibaren Hâkimiyet-i Milliye gazetesi’ne abone sağlanması, abone bedellerinin Ziraat Bankası aracılığı ile Ankara’ya gönderilmesi, postalanan gazetelerin mahallinde ve ilgililere gereğince dağıtılması konusunda Mustafa Kemal imzalı Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri ve askerî birliklere gönderilmiş pek çok telgraf kopyesi vardır. Bunlar arasında Nazilli Mevki Komutanı Servet Bey’in 14 Ocak 1920 de Mustafa Kemal Paşa’ya gönderdiği bir telgrafta Hâkimiyet-i Milliye’nin yazılarıyla kimin uğraşacağını soran telgrafı da vardır. Verilen cevapta Hâkimiyet-i Milliye’nin yazı işleri ile Heyet-i Temsiliye’den Hakkı Behiç Bey’in uğraştığı bildirilmiştir15.

    Hâkimiyet-i Milliye, daha çıktığı gün bir başyazı ile tavrını vatan ve milletten, milletin hâkimiyetinden yana koyduğunu, açıkça “Kuvây-ı Millîye” taraftan olduğunu ilân etti. Anadolu harekâtını başından beri kötüleyen ve Kuvây-ı Milliye aleyhinde yazılar yazan bazı İstanbul gazeteleri Hâkimiyet-i Milliye’nin çıkışından hoşlanmayacakları belli idi. Gazeteyi kötülüyor, milleti, sonu karanlık bir maceraya sürüklemekle suçluyorlardı. Hâkimiyet-i Milliye ise, bu bozguncu gazetelere cesaretle yaylım ateşi açıyor, Anadolu’nun bu gazetelere karşı sert tutumuna geniş yer veriyordu. 2 Şubat 1920 tarihli sayısında Sivas’taki Anadolu Kadınları Müdafaa-i Vatan Cemiyeti üyelerinin İstanbul’daki Osmanlı Matbuatı Cemiyeti’ne çektikleri telgraf (Anadolu’dan Acıklı Bir Sadâ) başlığı ile yayınlandı. Türk kadınlığının övünç yaftası olabilecek bu telgraf aynen şöyledir16:

    Anadolu Kadınları Müdafaa-i Vatan Cemiyeti İstanbul’da Matbuat-ı Osmaniye Cemiyeti’ne bir telgraf çekmiştir. Telgrafın İstanbul matbuatında henüz intişar edemeyan bir suretini dercediyoruz:

    İsimleri, meslekleri, maksatları sahib-i imtiyazlarının, müdir-i mesullerinin, muharrirlerinin şahsiyetleri herkesçe malûm olan iki üç gazetenin hayat ve memat mücadelesinde bulunduğumuz şu ân-ı mühimde bütün millet-i necîbe-i Osmanîyeyi vahdet dairesinde harekete davetle memleketi kurtarmak için umuma nesâyih-i vatanperverânede bulunacakları yerde, sükûnu ihlâl, sade-dilânı iğfal, ahlâk-ı umumîyeyi ifsat edecek neşriyat-ı nifakcûyânede bulunduklarım görüyor ve işitiyoruz. Memleketimizi düşmanlar taksime çakşırken onlara manen, maddeten yardım eden memleketin bu hayırsız evlâtlarını kadın kalbiyle tel’in ediyoruz. Bu gazetelerde yazılanlarla, yazanlardan nefret etmeyen hakiki bir Türk, Müslüman tasavvur edemeyiz. Bu efendiler acaba ne istiyorlar? Memleketimizin en mühim, en güzel aksamının işgal altında, dindaşlarımızın zulüm ve istibdat içinde inlediğini bilmiyorlar mı? Bu efendiler agrâz-ı şahsîye ile uğraşacaklarına, ortaklığa nifak, fesat tohumu saçacaklarına memleketin uğradığı şu felâkete karşı bir tedbirleri varsa onu söylesinler. Yoksa memleketi bu badireden kurtarmak isteyen birtakım erbâb-ı hamiyeti şu ittihatçı imiş, diğeri İtilafçı imiş diye şaibedâr etmekle memlekete, hattâ kendilerine ne fayda olduğunu bir türlü anlamıyoruz- Yalnız anladığımız, bildiğimiz bir şey varsa, biz bu İttihatçıdır, İtilâfçtdtr propagandalarını artık dinlemiyoruz ve dinlemeyeceğiz. İttihatçı da, İtilâfçı da bu memleketin evlâdıdır. Elverir ki bunlar memleketini sevsin ve bu memleketin evlâdı olduğunu unutmasın, vicdanını milyonlar pahasına satmasın. İyi bilmelidir ki, birkaç alçak İttihatçı için memleketin bütün güzide evlâtları lekelenemez. Bugün Anadolu ahalisi, kadın, erkek, cümlemiz fırka isminden bile nefret ediyoruz. Çünkü artık tefessüh etti. Bizler fırka filân istemediğimiz gibi birkaç kişinin fırka kavgasına da memleketimizi feda edemeyiz. Anadolu fırka istemiyor ve istemeyecek. Fakat evvelce fırkalara mensup olan namuslu vatanduşlarını da ittihatçıdır, İtilâfçıdır diye feda edemez- Biz bugün bütün Anadolu’nun müdafaa-i hukuku nâmına toplanmış kadın ve erkekten mürekkep bir kitle halinde memleketlerimizin müdafilerîyiz. Bunu bilsinler. Eğer bu efendilerin maksatları her teşebbüs-i hayrı akamete mahkûm eylemek, memlekette hiç bir namuslu adam bulunmadığını ilân etmekten ibaret ise, irtikâp ettikleri şu hal millet, memleket nâmına hıyanettir. Tarihten korksunlar. Avrupalılar, bir memlekette intişâr eden gazete, o memleket ahalisinin efkâr-ı umumîyesini temsil eder, itikadındadırlar. İşte bağırarak söylüyoruz ki, bu efendilerin neşriyatı Anadolu efkâr-ı umumîyesine katiyen temas bile edemez. Anadolu’nun nezîh, saf muhitine bu paçavralar tercüman olamaz. Onların bedhâhâne neşriyatım bütün kalbimizle protesto ediyoruz. Millet-i Osmaniye’nin kitle-i vahide halinde memleketlerini kurtarmak için çalışmasını istiyoruz- Harpte en ziyade felâket çeken biz zavallı Anadolu kadınlarıyız. Beş senedir bu harbe evlâtlarımızı, kocalarımızı, kardeşlerimizi memleketin müdafaası için verdik Kendimiz toprak kazdık, öküzlerin yerine saban çektik. Sahne-i harpte sırtımızla askerimizin erzakını taşıdık Taş taşıdık. O efendilerin hanımları gibi paşa babalarımızdan kalan Büyükada’daki köşklerimizde, Şişli’deki konaklarımızda zevçlerimizle karşı karşıya oturup zevk etmedik Ve şimdi de zevçlerimizin bol bol, kolay kolay kazandıkları paralarla tuvaletler yaparak otomobillerde gezmiyoruz- Verdiğimiz kurbanlara gözyaşları döküyoruz. Onların ruhunu şâdetmek için elimizde kalan bu mübarek toprakların müdafaası yolunda erkeklerimizle beraber feda-yı cana azmettik. Bu efendilerin damarlarında Türk ve Müslüman kanı varsa memleketin selâmeti nâmına rica ediyoruz: Sükût etsinler... Eğer sükût etmeyip böyle ahlâksızca neşriyatlarında devam edecek olurlarsa gazetelerine boykot yapacağız- Gazetelerini okumadığımız gibi memleketlerimize de katiyen sokmayacağız- Ve buna suret-i kat’iyede muvaffak olacağız- Bizi buna mecbur etmesinler. Çünkü ne olursa olsun, bir İslâm gazetesi hakkında boykot yapmak vicdanımıza ağır gelecek ve izzet-i nefsimize dokunacak. Fakat ne yapalım?.. Gazetelerde gördüğümüze nazaran Hürriyet ve İtilâfa mensup mebusları merkez-i umumî istifaya davet ediyormuş. Buradaki maksat nedir? Bittabi uzak yerlerdeki mebuslar geç gelebilecekler, bir kısmı da bu suretle istifa ettirildiği takdirde sulh konferansının kararından evvel ekseriyet hâsıl olmayarak meclisin içtima edememesini temin etmekten başka ne fikre mahmul olabilir? Şu halde, bu felâketin müsebbibim de memlekete bu nifakı sokan efendiler olmayacak mı? Hangi fırkaya mensup olursa olsun, muhterem mebuslarımızdan rica ediyoruz: Kendilerini mebus intihap etmekle haklarında pek büyük itimat göstermiş olan milletin emniyetini suistimal ile üç beş kişinin oyuncağı olarak istifa etmesinler. Bu, vicdansız bir hareket olur. Bugün millet İttihat, İtilâf fırkası tanımıyor. Tekrar söylüyoruz ki fırka istemiyoruz- Fırkayı memleketimizde adeta tefrika addediyoruz. Buna sebep olan üç beş kişiye, diktatörlükleri, zulümleri, yanlış hareketleriyle memleketimizi felâkete sürekleyen Enver’lerden, Cemal’lerden, Talat’lardan ziyade lanet ediyoruz. Çünkü bu efendiler bilerek, akılları ererek, ilimleriyle, irfanlarıyla memleketlerine fenalık ediyorlar. Kendilerini büyüten, yetiştiren memleketleri nâmına insafa, din kardeşleri nâmına vicdana davet ediyoruz.

    Sivas Anadolu Kadınları

    Müdafaa-i Vatan Cemiyeti

    İstanbul’un İngilizler tarafından işgali ve Meclis-i Mebusan’ın dağıtılması ile milletvekillerinin tevkifi haberi Konya’ya ulaşır ulaşmaz, Konya’da büyük bir miting düzenlenmiş ve olay şiddetle kınanmıştı. Hâkimiyet-i Milliye 13 Nisan 1920 tarihli sayısında bu miting dolayısıyle çekilen aşağıdaki telgrafa geniş yer ayırdı17.

    İngiliz Kuvâ-yı askeriyesi tarafından İstanbul’un bilumum devâir ve müessesât-ı milliye ve resmîyesiyle beraber en iptidaî esâsât-ı beşeriyeye mugayir bir suret-i gaddârânede cebren işgal olunduğu ve mebuslarımızdan bazılarının meclis-i millîden cebren alınarak şâir birçok vatanperverân ile beraber saltanat-ı milliyeyi takdis eden medenî milletlerin yüzünü ilelebet kızartacak bir şekilde tevkif edildiğini kemal-i teessür ve heyecanla işittik. Şu tedâbîr-i zecriye bütün âlem-i İslâm’ın kalbgâhı olan makam-ı hilâfeti ve yedi asırlık Osmanlı hükümet ve hâkimiyetini ve kadîm Türk-Müslüman milletinin hayat ve mevcudiyetini müdafaaya azmeylemiş olan biz Türk ve Müslümanları bu azm-i kavimizden çeviremez. Binaenaleyh yirminci asr-ı medeniyetin vaz’-ı esasını icra etmeğe çalıştığı milletlerin hürriyeti cebir ve tahakkümün izâlesi, serbestî-yi edyân ve ictihad prensiplerinin ayaklar altına alınarak yapılan şu hareket-i hak-şikenâneyi vicdan-ı umumî-yi beşere ilâm ve iblağ ediyoruz.

    Kavâid-i hakk u adle ve esasat-ı cemiyet-i beşeriyeye istinat eden Wilson prensiplerine müstenit bir mütareke ile esbâb-ı müdafaasından tecrit edilmiş olan millet-i Osmaniye’nin tarih-i milel ve ümemde emsali nâmesbük bir sûikasda mâruz bırakılması, beş seneden beri devam eden Harb-i umumînin esbâb ve avâmil-i esasîyesinden olarak ilân olunan “Kuvvetin zafiyete men-i tahakkümü” veya “ Zaîfin kaviye karşı muhafazası” prensibi ile kabil-i te’lif olmadığının takdirini, resmî Avrupa’nın değil, ilim ve irfan, fikir ve iz’an sahibi Avrupa ve Amerika vicdan-ı umumîyesine tevdi eyler ve bu hadiseden tahaddüs edecek vakayı ve mesuliyet-i azîme-i tarihîyeye nazar-ı dikkat-i beşeriyeyi celbederiz- Hilâfet, hükümet ve mevcudiyetimizi muhafaza uğrunda mücahedemizin meşruiyet ve kudsiyeti en müşkil anlarda bile inayet ve tevfîkat-ı samadanîyeye mazhariyetimizi mübeşşerdir.

    (Miting ve Belediye Reisi Vehbî, ulemâdan Ali Kemal, ulemadan Tahir, etibbâ-yı askerîye mütekaidi ve meclis-i idare azasından Yusuf Ziya, meclis-i umumî azasından Yusuf Ziya meclis-i umumî azasından Hilmi, Ticaret Odası Reisi Mehmed, belediye azasından Hilmi, Ticaret Odası reisi Mehmed, belediye azasından Mehmed Said, Gayret gazetesi müdürü, belediye hukuk müşaviri, vükelâ-yı deâvîden Refik, Ümran şirketi müdürü, Türk Ticaret Bankası müdürü esrafftan Mutyabzâde Rifat, belediye azasından Bakkalbaşızâde Şemşeddin, Bakkaliye şirketi Müdürü Mustafa, sultanî muallimlerinden Arif, Rençber şirketi müdürü Ahmed Hıfzı, vükelâ-yı deâvîden Eyüp Sabri, Belediye Mühendisi Ethem İzzet, meclis-i umumî azası ve tüccardan Tusuf, tüccardan Haazâde Mehmet Ali...)

    23 Nisan 1920 de Türkiye Büyük Millet Meclisi açıldı. Hâkimiyet-i Milliye Gazetesi 28 Nisan 1920 tarihli sayısında bu açılışı (Büyük Millet Meclisi) başlığı ile şöyle verdi18:

    (Geçen nüshamızda yazmış olduğumuz veçhile Nisan’ın yirmi üçüncü cuma günü Büyük Millet Meclisi ne kadar vakur ve müdebdeb ise o kadar da kalbî ve samimî merasim ile açılmış, o gün Ankara şehri hakikaten tarihî bir vak’aya sahne olduğu gibi bu vakıa ile Osmanlı tarihine dahi kıymet ve ehemmiyeti çok yüksek yeni bir sahife ilâve olunmuştur. Uzun ve cihanşümul bir harbin bunca fedakârlıklarından sonra vatanın maruz bırakıldığı tehlike-i inhidam u indiras karşısında milletin müttehid ve azimkar bir harekete en yüksek derecesinde bir kabiliyet-i hayatîye göstermesi yalnız bizim tarihimiz için değil, bütün insaniyet tarihi için büyük bir vak’a-i inkılâbîye addolunsa yeridir. Harb-i umumînin hayat-ı insaniyette husule getirdiği yeni cereyan, milletlerin hürriyet ve istiklâl haklarının daha bariz bir şekil alması suretinde tecelli etmiştir. Onun içindir ki bugün cihanın bütün kavimleri hürriyet ve istiklâl his ve hareketleri içinde çalkalanıp duruyor. Asırlardan beri istiklâl ve hâkimiyetle yaşamış olan milletimiz için böyle bir hengâmede, hususuyle kendisine göre en hayatî maddeler olan istiklâl ve hâkimiyeti tehlikede görünürken, asabiyet ve heyecanla harekete gelmemek mümkün olmazdı, işte Büyük Millet Meclisi böyle ve bu kadar mukaddes bir heyecan ve asabiyetin mahsûl-i güzînidir.

    Bir ay zarfında ve fevkalâde bir surette icra kılman intihabat neticesinde taayyün eden mebuslar peyderpey Ankara’da toplanıyorlar, işgal ve esaret altına geçen ve dehşetli bir tazyik altına alman İstanbul’dan kaçabilen diğer mebuslar dahi yine Ankara’da onlara iltihak ediyorlardı. Nihayet Büyük Millet Meclisi’nin 23 Nisan Cuma günü küşâd edilmesi karargir olarak o gün mebusân-ı kiram ile beraber küçük büyük bilumum memurîn-i hükümet ve eşrâf-ı ahali-yi memleket Hacı Bayrak Veli Cami-i şerifinde toplanmaya müsâraat ve bir cemat-i kübrâ ile cuma namazının edasından sonra önde lihye-i saadet ve sancak-ı şerifi hâmil bir heyet-i ulemâ ve meşâyih tekbir ve tehliller ile kulûb-ı müminine ruhanî feyzler saçtıkları ile Büyük Millet Meclisi dairesine muvasalat olunmuştur. Meclis-i Âlî’nin kapısında beliğ bir dua ile kurbanlar-zebhini müteakip herkes içeriye dahil olmuş ve lihye-i saadet ile sancak-ı şerif kemâl-i ihtiram ile kürsi-yi riyaset üzerine vaz’olunarak Zaten cami-i şerifte başlamış olan hatm-i Kur’an Ue Buhari-yi şerif kıraatinin son kısımları yümnen orada ikmak edilmiş ve buna da hal ve zamanın muktezâsma tamamen mutabık bir duayı müteakip Reis Sinop mebusu Şerif Bey riyaset mevki’ine çıkmasıyla Büyük Millet Meclisi açılmıştır.

    Büyük Millet Meclisi’nin birinci içtimaını aynen ve pek ziyade şâyân-ı dikkat beyanata sahne olan ikinci içtimaını da aksâm-ı mühimmesi itibariyle telhisen ikinci ve üçüncü sahifelere dercediyoruz- Bugün burada ilâve edeceğimiz bir şey varsa o da Büyük Millet Meclisi’nin mesaî-yi vatanperverânesinde muvaffak bil-hayr olması temenniyâtını tekrardan ibaret olacaktır.)

    Hâkimiyet-i Milliye’nin 28 Nisan 1920 tarihli sayısındaki bir önemli haber de İstanbul Hükümeti’nin Harbiye Nazın Fevzi (Çakmak) Paşa’nın gizlice Anadolu’ya geçerek, 27 Nisan’da Ankara’ya geldiği Ankara İstasyonunda Büyük Millet Meclisi Reisi Mustafa Kemal (Atatürk) ve pek çok mebus tarafından törenle karşılandığı, Fevzi Paşa’nın doğruca Meclis’e gelerek İstanbul’un işgali hakkında herkesi üzen ve ağlatan bir konuşma yaptığıdır.

    Hâkimiyet-i Milliye, zor şartlar altında bir hamle yaparak 47’nci sayısı ve 18 Temmuz 1920 tarihinden sonra haftada üç gün çıkmağa başladı. Bu sıralarda Ankara’da bir gazete daha çıkmağa başlıyordu. İstanbul’da yayınlanan Yeni Gün gazetesi sahibi Yunus Nad (Abalıoğlu) Anadolu’ya geçerek Ankara’ya geldi. 1 Ağustos 1920 gününden itibaren (Anadolu’da Yeni Gün) adıyla, gazetesini çıkarmağa başladı. İlk günler Ankara’da Vilayet Matbaası’nda basılan Anadolu’da Yeni Gün, cumartesi dışında her gün çıkıyordu. Yunus Nadi gazetesi için İstanbul’dan mürettipler (dizgiciler) getirmişti. Bunlardan birkaçı Hâkimiyet-i Milliye’ye verildi19.

    1920 yılı Eylül ayında Eskişehir’de Yeni Dünya adında gündelik bir gazete çıkmaya başladı. Gazeteyi Çerkeş Etem destekliyor ve Rusya’dan yardım görüyordu. Söylenenlere göre Eskişehir’de Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin halktan toplanan paraları ile Eskişehir’de iyi bir durumda olan Ticaret Matbaası satın alınmış, Çerkeş Ethem’in emriyle bolşeviklik propogandası yapmak üzere gazeteci Arif Oruç’a verildi. Aynı yılın aralık ayında Yeni Dünya gazetesi Ankara’ya getirildi. Çerkeş Ethem, olayından sonra onun ihanetini paylaşan Yeni Dünya’ya el konularak, dizgi kasaları ve makineleri Hâkimiyet-i Milliye gazetesine devredildi20.

    Atatürk, Hâkimiyet-i Milliye’ye her gün çıkartmak kararındaydı. Yeni Dünya Matbaası’nın Hâkimiyet-i Milliye’ye devrinden sonra bu mümkün olabilirdi. Gazetenin 100. sayısı 22 Ocak 1921 de çıkmış, ondan sonra yayınına iki hafta ara verilmişti. Gazeteci Ömer Sami Coşar bundan sonrasını şöyle yazıyordu21.

    (Matbaa makinesi, Taşhan karşısındaki Velihan’ın ahırına yerleştirilmişti. Bu ahırı kova kova su dökerek temizlemeye çalışmışlar, harf kasalarını da bir köşeye dizmişlerdi. Teni makinenin yanında Vilâyet Matbaası taş devrinden kalma bir yaratığa benziyordu. Hele yeni makinenin bir gaz motoru vardı ki, bunun yardımı ile sahifeleri basabiliyor, elle çevirmeye lüzum kalmıyordu. Ahırın biraz ötesinden dar merdivenlerle çıkılan iki oda. Yıllar boyu kimbilir kimler yatmış buralarda? Odalardan biri gazetenin yazı odası, diğeri de Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin merkezi.

    Anadolu’nun bu tarihî hanın ahırı mürettiphane olduğu sıralardaydı. Mustafa Kemal Paşa yatıp kalktığı istasyondaki binada Hüseyin Ragıp’ı (Boydur) karşısında oturtmuştu.

    “HÂKİMİYET-İ MİLLİYE”yi her gün çıkaracağız. Bununla sen meşgul olacaksın. Her gün de oraya başmakale yazacaksın!”

    Ankara, çete devrinden muntazam ordu kurma yoluna yeni girmiş, bir ay önce de I. İnönü Caferi’ni kazanmıştı. Daha önünde nice badireler vardı. Gene de Mustafa Kemal o andan itibaren gazetesi ile ana fikirlerini yayarak devletin, yeni rejimin temellerini atmak azmindeydi. Fikrini açıkladığı Hüseyin Ragıp, meşrutiyetin yetiştirdiği genç kıymetlerden biriydi. Tarih, coğrafya öğretmenliği yapan, lisan bilen bu genç vazifeyi kabule hazırdı fakat benimsediği inkılâp fikirlerine rağmen bir ihtilâlci değildi. İleri bir şart sürmüştü:

    “- Paşam, sizden direktif almak sortiyle başmakaleleri imzam altında yazarım. Fakat sizin bunları görmeniz şartiyle!”

    Mustafa Kemal kabul ediyordu. Ve 6 Şubat 1921 sabahı, Velihan’ın ahırını gürültüye boğan makineden HÂKİMİTET-İ MİLLİYE’nin ilk günlük nüshası çıkıyordu. O sabah güneş daha yeni yükselmişti ki, şehirde mevcut tek otomobil hanın avlusuna kadar giriyordu. Mustafa Kemal gelmişti. Köhne merdiyenin her basamağı, çizmelerinin altında ayrı ayrı ses vermişti. Yazı İşleri odasında iskemlelerden birine ilişmiş, günlük başlayan gazetesinin bu ilk nüshasını bir müddet sevinçle seyretmişti. Öylesine mesuttu ki! Tek yapraklı da olsa şu gazete ile, çok karışık bir manzara arzeden Meclise de istikâmet verebilecekti.

    Bu defa (cumartesinden maada her gün neşrolunur) cümlesini başlığına yerleştiren HÂKİMİYET-İ MİLLİYE’de bir değişiklik daha vardı. Başyazarının Hüseyin Ragıp olduğu da ilân ediliyordu. Ankara Hükümeti temsilcilerinin davet edildiği Londra Konferansı hakkında olan başyazının altında da Hüseyin Ragıp’ın imzası bulunuyordu. Gazete, günlük intişarını da şöyle bildiriyordu:

    “HÂKİMİYET-İ MİLLİYE iki senelik mücaheheden sonra bugünden itibaren yevmi olarak ve karilerinden mazhar olduğu teveccühe daha lâyık bir surette intişara başlıyor. Hâkimiyet-i Milliye karilerinin bu muhabbet ve teveccühüne istihkak için tekemmülüne ait bütün tedbirlere tevessül edecektir. Bunun için karilerini Hükümeti Millîyenin dahili ve harici siyasette takip edeceği hareket ve icraatından muntazaman haberdar edecek ve devrin edebi, ilmî ve fennî cereyanlarını mütehassıs imzalarla sahifelerinde nakleyliyecektir. Hâkimiyet-i Milliye, bütün sevahilimizde Paris, Roma, Berlin, Budapeşte, İsviçre ile Amerikada da muhabirler temin etmiştir. Bu tedarikanın gazeteye verebileceği kemali şimdiden söylemekten ziyade zaman ile göstermeyi daha muvafık buluyoruz. Tevfik Allah ‘tandır.”

    O günleri yaşayan gazeteci ve yazar Enver Behnan Şapolya da şunları söyler22!

    İşte bu sıralarda, İstanbul’dan kaçıp gelen Ziya Gevher Etili, Hâkimiyet-i Milliye yazı işleri müdürü oldu. Gazetenin kadrosu da tamamlandı. Baş mürettipliğe Ahmed Ulus, geldi. Mahiyetinde altı mürettip vardı. Muhabirliğe Ali Baba, İhsan Beyler bakıyordu. Bu kadro ile Hâkimiyeti Milliye mükemmel bir surette çıkmaya başladı. Gazeteye can veren Ziya Gevher Bey oldu. Ankara’da bulunan mebuslar ve münevverler Hâkimiyet-i Milliye’ye çok değerli yazılar yazdılar..

    1922 yılında Hâkimiyet’e girmek için arkadaşım Kemaleddin Kamu beni Ziya Gevher’e takdim etti. Ziya Gevher beni karşısına alarak dedi ki: “Gazetecilikte birinci şart, hadiseleri günü gününe takip etmek, ikinci şart da havadisi almak için kapıdan kovulursan bacadan girip havadisi alacaksın. Haydi, hayırlı olsun!” dedi..

    6 Şubat 1921 tarihinden itibaren günlük olarak yayınlanmaya başlayan Hâkimiyet-i Millîye, giderek makinelerini yeniledi, yazı kadrosunu genişletti. O günlerde Ankara’da yayınlanmakta olan Yunus Nadi’nin çıkardığı (Yeni Gün) Gazetesinden ayrı olarak, Konya’da çıkmakta olan (öğüd) Gazetesi de 7 Temmuz 1922 gününden itibaren Ankara’da günlük olarak yayınını sürdürdü23. Bu üç gazete, Millî Mücadele boyunca yayınlarına ara vermeden her gün taze bir heyecanla milletin mücadele gücünü arttırdılar.

    Hâkimiyet-i Milliye Büyük Zaferden sonra da yayınıyla yeni Türkiye’nin kurulmasında görev alıyordu. O günlerde Hâkimiyet-i Milliye kadrosunda yer alan yazar Yakup Kadri Karaosmanoğlu hatıralarında şöyle der24:

    İstilâ orduları topraklarımızdan çekikti henüz birkaç ay olmuştu. Ankara bir kerpiç ve tezek yığınından ibaretti. Hâkimiyet-i Milliye’nin yazı ve idare merkezi dört direk üstüne kondurulmuş iki derme çatma odasıyla bir leylek yuvasını andırıyordu. Lâkin biz bu leylek yuvasında kendimizi kartallar gibi kuvvetli buluyorduk. Memleketin harap, geri ve perişan hah, ne şahsî tedirginliklerimiz, sıkıntılarımız, mahrumluklarımız bize zerre kadar fütur vermiyordu. Hatta biraz evvelki Millî Mücadele devrinin yorgunluklarından, bitkinliğinden bile tamamiyle kurtulmuş, yeni ve daha çetin bir mücadeleye atılmak şevki içinde kanat çırpıyorduk. Biz Hâkimiyet-i Millîye’nin kırık ayaklı masaları başında kendimizi böyle bir hamleye de hazır buluyorduk..”

    Hâkimiyet-i Milliye, Cumhuriyet’ten sonra 1934 yılına kadar aynı adla Ankara’da yayınını sürdürdü ve 4794 sayıdan sonra adını (Ulus) olarak değiştirdi. Ulus gazetesi Yeni Ulus, Halkçı adlarıyla da yayınlandı. Yayınına zaman zaman ara verdi. Tekrar eski adına döndü. Şimdi de aynı adla yayınına devam etmektedir.

    1 İhsan Ilgar, Mütarekede Yerli ve Yabancı Basın, İstanbul, 1973.

    2 Mehmet önder, Millî Mücadele’nin Yanında ve Salında öğüd Gazetesi, Ankara, 1986.

    3 Yücel Özkaya, Millî Mücadele’de Atatürk ve Basın, s. 18-28, Ankara 1989.

    4 a.g.e. s. 25-34.

    5 Atatürk’ün Doğumunun 100. yılı dolayısiyle Türkiye İş Bankası, İrade-i Milliye gazetesinin ilk sayısını tıpkı basım, ayrıca Türk alfabesiyle yayımlanmıştır.

    6 Fuat Süreyya Oral, Türk Basın Tarihi, II., s. 42, Ankara, 1968.

    7 Mazhar Müfit Kamu, Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber, II., s. 503, Ankara, 1968.

    8 Enver Behnan Şapolyo, Türk Gazetecilik Tarihi ve Her Yönü ile Basın, s. 192, Ankara 1960.

    9 Ömer Sami Coşar, Millî Mücadele Basını, s. 125, İstanbul, 1963.

    10 Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüd Başkanlığı Atatürk Arşivi, D 4/162. Ayrıca bk. Atatürk’ün Tamim, Telgraf ve Beyannameleri, IV., s. 162, Ankara, 1964.

    11 Yücel Özkaya, a.g.e. s. 69.

    12 Genelkurmay Askerî Tarih ve Stratejik Etüd Başkanlığı Atatürk Arşivi, Klasör: 29/336.

    13 Aynı Arşiv, Klasör: 29/23.

    14 Aynı Arşiv, Klasör: 20/B.

    15 Bu telgraflar için bk. Yücel Özkaya, a.g.e. s. 66-68.

    16 2 Şubat 1920 tarihli Hâkimiyet-i Milliye gazetesi. Ayrıca bk: Devrim Yazarlarının Kalemiyle Millî Mücadele ve Gazi Mustafa Kemal (Hazırlayanlar: Mehmet Kaplan-lnci Enginün-Birol Emil Nejat, Birinci-Abdullah Uçman), İstanbul, 1981.

    17 13 Nisan 1920 tarihli Hâkimiyet-i Milliye gazetesi.

    18 28 Nisan 1920 tarihli Hâkimiyet-i Milliye gazetesi.

    19 Enver Behnan Şapolyo, a.g.e. s. 124.

    20 Ömer Sami Coşar, a.g.e. s. 128-129.

    21 Ömer Sami Coşar, a.g.e. s. 130, Ayrıca bk. Naşit Hakkı Uluğ, Hemşehrimiz Atatürk, s. 95, İstanbul, 1973.

    22 Enver Behnan Şapolyo, a.g.e. s. 197.

    23 Mehmet önder, a.g.e. s. 25.

    24 Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Ulus’a Dönüş, 18 Haziran 1955 tarihli Ulus (Ankara) gazetesi.

    Dr. Mehmet Önder

    Kaynak: ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ DERGİSİ, Sayı 20, Cilt: VII, Mart 1991    

    Yazı kaynağı : isteataturk.com

    Atatürk’le Okyar’ın Çıkardıkları Gazete: Minber

    Sayı: Kasım 1988, Cilt V - Sayı 13

    Sayfalar: 183-194

    Kategori: Araştırma Makalesi

    Yazı kaynağı : atamdergi.gov.tr

    Minber Gazetesinde 1918 Olaylarına Mizahî Yaklaşımlar*

    Giriş

    Minber gazetesinin yayın hayatı kasım 1918’de başlamış, 21 Aralık 1918’de de sona ermiştir. Minber gazetesi 51 günlük yayını ile, II. Meşrutiyet dönemi basın hayatındaki yerini almıştır. Minber gazetesinin dikkat çeken iki özelliği vardır. İlki yayın hayatına başladığı kasım 1918 yılı, diğeri de gazetenin sahip ve ortağı.

    Minber, Mondros Mütârekesi’nin imzalandığı 30 Ekim 1918’in hemen ertesi günü yayın hayatına başlamıştır. Bu tarih, Osmanlı devleti, ülkesi ve Türk milleti için tahmin edilemeyen yeni bir tarihî dönemin başlangıcını oluşturması bakımından fevkâlede önemlidir. Minber gazetesi, Osmanlı devletinin başkenti İstanbul başta olmak üzere, ülkenin her yerinde siyasî, sosyal, iktisadî ve askerî karmaşıklıkların yaşandığı bir süreçte, muhalif bir yayın politikası ile dikkatleri üzerine çekmiştir. Bir başka ifadeyle, Minber gazetesinin Osmanlı İmparatorluğu’nun can çekiştiği, meşrutiyet idaresi yöneticilerinin, yönetim anlayışının ciddi bir şekilde sorgulandığı, ülkenin dört bir taraftan işgale uğradığı bir zaman diliminde yayına başlaması, onu önemli kılan birinci etken olmuştur.

    Minber gazetesini önemli kılan diğer özellik de gazetenin sahibi ve ortağı olan şahsiyetlerdir. Minber gazetesinin sahibi, Meclis-i Mebusan milletvekili, Mondros Mütârekesi’ni imzalayan Ahmet İzzet Paşa hükûmetinin dahiliye nazırı ve aynı zamanda Hürriyetperver Avam Fırkası kurucusu Ali Fethi (Okyar) Bey’dir. Mustafa Kemal bu gazeteye 13 Kasım 1918’de İstanbul’a geldikten sonra bir miktar parayla ortak olmuştur.1 Mustafa Kemal’in ortağı olduğu Minber, çok yakın silah ve mücadele arkadaşı olan Ali Fethi Bey’in sahibi olduğu bir basın organı olarak tarihteki yerini önemle korumaktadır.

    Minber gazetesi, günlük ve iki sahife olarak yayımlanmıştır. Kısaca ifade etmek gerekirse gazetede hemen hemen her konuda yazılara rastlamak mümkündür. Mondros Mütârekesi’nden Wilson prensiplerine, İttihat Terakki’den Hürriyet ve İtilaf Fırkası’na uzanan siyasî çekişmelere, Osmanlı hükûmetleri ve politikalarından işgal devletlerinin politikalarına, basın yayın hayatındaki çekişmelerden sansüre uzanan her konuda fikir ve düşüncenin yazıldığını görmek mümkündür.2

    Minber gazetesinde günün önemli tarihî olayları mizah diliyle ayrı bir incelikte sunulmuştur. Zaman zor bir zaman, devlet zorda, yöneticiler zorda, fikir ve düşünce adamları zorda, ekonomi ve sosyal hayat, toplumsal yapı her şey zorluklar içerisinde… Böylesine hassas bir yapıyı mizahî bir anlayışta dile getirmek oldukça maharet istemektedir. İşte bu mahirane yeteneği Minber gazetesinin birinci sahifesinde sol alt köşesinde, Karikatür başlığı ve Arı imzasıyla görmek mümkündür.

    Karikatür başlığı altında yazar konuları çizerek değil, yazarak dile getirmiştir. Bu yazılar oldukça kısa ve özlü yazılardır. O günkü ülke ve millet meseleleri çeşitli benzetme, hikâyeleştirme hatta ve hatta bir film veya tiyatro sahnesi oluştururcasına mizansenleştirilmiştir. Ele alınan her konuda çeşitli mizahî yaklaşımlar ustalıklı bir şekilde kullanılmıştır. Yazarın Arı takma adını rastgele değil özellikle ve bilinçli olarak seçtiği anlaşılmaktadır. Yani konular arı iğnesi inceliğinde ve hassasiyetinde ele alınmaya çalışılmıştır.

    Bu çalışmada siyasî, ekonomik, tarihî, toplumsal birçok konuyu içeren karikatür yazıları, içeriklerine göre başlıklar altında, ele alınmaya çalışılacaktır. Tarih ve mizah yan yana getirilerek mizahın, tarihi anlama ve algılamamızdaki rolünün ne olabileceği veya ne olduğu örnekleriyle ifade edilmeye çalışılacaktır. Böylece Minber gazetesinde yer alan o günün mizah anlayışıyla, mizahın geleceğe nasıl bir ışık tutabileceği imkanı sağlanacaktır.

    1. Karikatür Köşesinde Tarih ve Mizah

    Minber gazetesindeki Karikatür köşesinde o gün olduğu gibi bugün de tarih açısından hiçbir şekilde önemini kaybetmeyen gelişmeler ele alınmış ve oldukça etkili bir şekilde mizahlaştırılmıştır.

    Bu tarihî gelişmelerin başında hiç şüphesiz Mondros Mütârekesi gelmektedir. Osmanlı devletinin I. Dünya Savaşı’nı kaybeden devlet olarak imzaladığı oldukça ağır şartlar içeren 24 maddelik bu mütareke metni,3 Osmanlı devletinin ve Türk milletinin varlığını ve bağımsızlığını tamamen ortadan kaldıracak içerik zenginliğine sahiptir. Bu 24 madde ile İngiltere, Fransa, İtalya ve ABD Osmanlı coğrafyasını istedikleri gibi parçalama ve paylaşma imkanına kavuşmuşlardı. Osmanlı başkenti İstanbul, hükümet ve padişah kontrol altına alınmış, ordular terhis edilmeye başlanmış, azınlıklar her bir taraftan silahlı eylemlere başlamış, savaşın getirdiği ekonomik yoksulluk daha da vahim bir şekil alarak devam etmeye başlamıştır.

    Mondros Mütârekesi’nin bu içeriği, 26 Kasım 1918 tarihli Minber’de Karikatür köşesinde şöyle kurgulanmıştır:

    “- Geçende bir tiyatroda halk toplanmış sahnedeki hokkabazı seyrediyorlardı.
    - Hokkabaz:
    - Ne sihirdir, ne keramet, el çabukluğu marifet dedikten sonra, bir elindeki siyah değnek ile diğer elindeki küçük siyah bir şapkanın içine dışına vurarak boş olduğuna halkı temin eyledikten sonra değneği bıraktı. Ve kolunu sıvayarak şapkanın içerisine soktu. Oradan birçok şeyler çıkarmağa başladı.
    İçinden kanaryası ile bir kuş kafesi, dumanları tüten bir kase çorba, mumu yanmakta olan koca bir kağıt fener, daha neler neler çıkarıyordu…Halk alkışlamağa başlayınca bir zat arkadaşının kulağına yaklaşarak şu surette konuştular: - Artık bunlara şaşacak zaman geçti.
    - Neden? Böyle bir şapka içerisinden bu kadar şey çıkarmak marifet değil mi?
    - Canım şimdi ondan daha mühimlerini yapıyorlar, bunlar eskidi.
    - Nasıl?
    - Öyle ya bak incecik bir mütârekenâme kağıdından neler neler çıkarıyorlar. Onun maddelerini salladıkça içinden müsellah (silahlı) askerler, zırhlılar, işgaller daha neler neler dökülür. Hatta mütârekenâmeyi yapanlar şaşıyor, tatbik edenler tekrar tekrar okuyor yine sırrına âna… olamıyor. Bu da marifet değil mi?”4

    Böylece Mondros’u hazırlayanların büyük bir sihirbazdan daha marifetli oldukları, daha kurnaz fikirler taşıdıkları ve mütârekenin nasıl bir belge niteliğine sahip olduğu mizahî bir tarzda anlatılmıştır.

    Birinci Dünya Savaşı’nı kaybeden devletler başta olmak üzere dünya devletlerinin gündemini meşgul eden diğer bir konu ise kasım 1916’da ABD Başkanı seçilen Woodrov Wilson’un, ABD’nin I. Dünya Savaşı’na girmesiyle yayımladığı 14 maddelik bildiridir.5 Özellikle milletlerin bağımsızlığı ve toprak bütünlüğünü koruyucu maddesiyle dikkatleri üzerine çeken bildiri, Minber gazetesinde alaycı bir yaklaşımla şu şekilde ele alınmıştır:

    “Akvamın (milletlerin) istiklâline (bağımsızlık) pek meraklı olan bir zat (şahıs-kişi) Wilson prensiplerinin yetmiş iki buçuk millete tatbiki hevesiyle geçende kulağı delik bir zata!
    - Wilson prensipleri suret-i umumiyede (genel olarak) ne zaman tatbik olunacak? diye sual etmesi üzerine o zatta;
    - Nüfus-ı umumiye-i beşer (dünya nüfusu) dörtte birine indiği zaman cevabını almıştır.”6

    Özellikle sömürgeci devletlerin boyunduruğundan kurtulacaklarına veya onların bağımsız devlet vaatlerine inananların büyük umutlar bağladıkları Wilson prensiplerinin uygulanma olasılığının ne kadar imkânsız ya da uygulamanın çok ağır faturalar ödemeye muhtaç olduğu açık bir şekilde ifade edilmiştir. Wilson prensiplerinin ancak, dünya nüfusunun dörtte üçünün yok olması durumunda uygulanabileceği vurgulanıp alay konusu haline getirilmiştir.

    I. Dünya Savaşı devam ederken, Osmanlı devletini İttihat ve Terakki Partisi hükûmeti yönetmekteydi. Bu hükûmetin başbakanı Talat Paşa, Harbiye Nazırı Enver Paşa ve Bahriye Nazırı Cemal Paşa idi. Bu üçlü hem partinin hem de devletin yönetimini ellerinde bulunduruyordu. 4 Şubat 1917’de Talat Paşa’nın kurmuş olduğu hükûmet 13 Ekim 1918 günü istifa etmek zorunda kalmıştır.7 Mondros Mütârekesi’nden hemen sonrada Talat, Enver ve Cemal paşalar 2/3 Kasım 1918 günü Almanların U-170 Denizaltısı ile ülkeyi terk etmişlerdir.8 1918’in Kasım ayının İstanbul gündemine bir bomba gibi düşen bu kaçış, medyanın da birinci sıradan haber ve yorumlarını oluşturmuştur. İstanbul basınının ele alıp haber ve yorum yaptığı bu konu Minber gazetesinde de işlenmiştir. Diğer konularda olduğu gibi bu konuda da mizahî yaklaşım oldukça dikkat çekicidir. Devleti savaştan savaşa sürükleyen ve dönülmez bir sona götüren bu iradenin sahiplerinin ülkeyi terk edişleri oldukça ilginç bir benzetmeyle şöyle tablolaştırılmıştır:

    “Emlâk anahtarları
    Bugünkü karikatürüm hakikaten resimdir. Fakat resmi aynen nakledemediğim için size anlatacağım:
    Bu resim Enver Paşa’nın firar ettiği akşam olduğunu anlatan karanlıkça bir manzarayı gösterir. Bir rıhtım kenarı ve rıhtıma doğru sokulmuş bir Ganbot hayal meyal fark olunur. Ganbotun burun tarafında ayakta Enver Paşa duruyor. Yüzü gayet hiddetli, canı sıkılmış olduğu çehresinin çizgilerinden belli bir hâlde. Beri tarafta rıhtım üzerinde biri, ufak yüklü beygirin yularından tutmuş duruyor. Beygirin üzerinde gayet iri yüzlerce anahtar yükletilmiş olduğu görünüyor. Resmin altındaki yazılara gelince; Enver Paşa kemal-i hiddetle (tam bir kızgınlıkla) beygiri tutan adama hitaben şöyle bağırıyordu:
    - Canım ben emlâkı beraber götürmüyorum ya! Bunları neye getirdin?
    - Efendim emir etmişsiniz.
    - Hayır ben buradaki emlâkın değil Avrupa’daki kofrufuretlerin anahtarlarını istemiştim.”9

    Bugün dahi üzerine çok konuşulan ve yazılan bu kaçış meselesi karikatür yazarı tarafından görüldüğü gibi ilginç bir şekilde eleştirilmiştir. Yalnız tasvirin oldukça ağır kaçtığını da söylemek gerekir. O günün şartlarında ve psikolojisinde çok ciddi bir kızgınlık ve asabiyetle yazılmış olma ihtimali fazladır.

    Minber’de tarihî olaylar bazen insan aklını zorlayacak şekilde mizahlaştırılmıştır. Yani o gün olduğu gibi bugün de önemini koruyan hadiseler unutulmayacak bir şekilde zihinlere kazılmaya çalışılmıştır. Bu da mizah ve tarihin birbiriyle nasıl örtüştürülebileceğini göstermesi bakımından önemlidir.

    2. Karikatür Köşesinden İstanbul Basınına Bakış

    II. Meşrutiyet’in 23 Temmuz 1908’de ilanı ile Osmanlı devletinde gizli yürütülen özgürlükçü ve liberal hareketler açığa çıkmaya başlamıştır. Birden fazla parti kurulmaya başlandığı gibi, dernekler ve sivil toplum kuruluşlarının da sayısı artmıştır. Bu özgürlük havasının belki de en fazla teneffüs edildiği yer basın kuruluşları olmuştur. Meşrutiyet basını rahat bir nefes almış ve herkes artık istediği gibi fikir ve düşüncelerini yazmaya ve dile getirmeye başlamıştır. Ancak, İttihat ve Terakki Partisi’nin devlet yönetiminde etkinliği ve söz sahipliği arttıkça basındaki bu özgürlüğün daraldığı da görülmeye başlanmıştır.10 Yani ittihatçılar önceden II. Abdülhamit yönetimini eleştirdikleri basına karşı uygulanan sansürcü ve kontrolcü anlayışı kendileri de yavaş yavaş uygulamaya başlamışlardır. Bu durum 1918 Haziranında sansürün kaldırılmasına kadar devam etmiştir.11

    Mondros Mütârekesi sonrası ise durum değişmiştir. İttihatçılar gitmiş onların yerini muhalifleri ve İstanbul’daki işgal devletleri almıştır. Bu yeni yönetim, Talat Paşa hükûmetinin savaşı kaybetmiş olmasının bir sonucu olarak kaldırmış olduğu sansürü genel olmasa da aralıklarla uygulamıştır.12 Minber gazetesi de kısa yayın hayatında bundan nasibini almıştır. Gazete incelendiğinde sansürün izlerine rastlamak mümkündür. Bu durum gazetenin baş makalesinde görüldüğü gibi “Karikatür” başlığı ile yazılan köşede de yaşanmıştır. Büyük bir ihtimalle, Arı mahlası ile yazan ve oldukça sivri bir dille mizahını yansıtan yazarın bazı yazılarına izin verilmemiştir.

    Minber gazetesinde bu yaşanan şartlar mizahlaştırılarak o günkü basının durumu yansıtılmaya çalışılmıştır. Ayrıca basında görülen karşılıklı yazar kavgaları, genel yazılarla yapılan polemiklerdeki kavgacı üslûp ve dil de ele alınan konular arasındadır. 29 Kasım 1918 tarihli Karikatür köşesinde, 1918 basının üslûbu Gazete Lisanı başlığı ile şöyle ifade edilmeye çalışılmıştır:

    “Bir refikim (arkadaş) diyor ki;
    Geçenlerde Karaköy’den çıkıyordum iki kişinin yüksek sesle konuştuklarını ve biraz sonra sözlerini daha yüksek perdelere çıkararak adeta kavgaya başladıklarını gördüm. Ve anladım iş biraz sonra dayağa müncer ( dönüşecek, sonuçlanacak) olacak.
    Halbuki bunların biraz ilerisinde bir polis memuru arkasını dönmüş duruyordu. Taaccüble (şaşakalmak, şaşırarak) baktım. Şu zatın şu kavgayı men (engelleme) etmesi mümkün olmaz mı diye düşündüm. Bunun üzerine polisin yanına yaklaşarak aramızda şu muhavere (karşılıklı konuşma) cereyan etti:
    - Polis efendi zannediyorum ki sizin bir vazifenizde zabıta-i maniliktir (şehir güvenliğini sağlamak). Şurada iki kişinin deminden beri kavga ettiklerini işitiyorsun da niçin men etmiyorsun? Herhalde müdarebelerini (vuruşma, dövüşme) bekliyorsun?
    - Efendim kavga nerede? Ben hiçbir şey duymadım. İşitsem men ederdim.
    - Nasıl? İşitmiyor musun? İşte arkanızda ta kulağınızın dibinde kavga ediliyor.
    Polis efendi başını çevirip de kavga edenleri görünce
    - Ha bunlar kavga mı ediyorlar? Ben deminden beri işitiyordum ama onları yüksek sesle gazete okuyorlar zannettim.”13

    Yukarıdaki benzetme ile 1918’in basınındaki kullanılan dilin ve üslûbun nasıl ve hangi seviyede içeriğe sahip olduğunu tahmin etmek mümkündür.

    Sansür konusu ise yine çok alaycı bir şekilde 3 Aralık 1918 tarihli Minber’de Karikatür köşesinde Akşam Gazeteleri ve Sansür küçük başlığı ile şöyle mizahlaştırılmıştır:

    “Havadis-i yevmiyeye (günlük haberler) pek meraklı olduğu için akşam gazetelerini kemal-i telaşla bekleyen bir zat dün akşam gazetelerin sam vurmuş gibi alacalı çıktığını görünce bir gazete muharririnin sürümü çoğaltmak için not yerleri bırakmayı düşündüğüne mal etmiş ise de bir hiddet rast gelen bir arkadaşı kendisine hakikati anlattığında aralarında şu muhavere cereyan eder.
    - Bak gazeteler ne güzel düşünmüş not yerleri de bırakıyorlar.
    - Onlar not yerleri değil, sansür gölgeleri
    - Ne demek?
    - Sansür muzır (tehlikeli, zararlı) gördüğü yerleri çıkarmış.
    - Hayır öyle olsa idi İspanyol nezlesi diye yarım sahifelik yeri bırakır mı idi? Bu gün ondan daha muzır müstevli (yayılan, işgal eden) bir şey var mı?”14

    Yazar sansürü öylesine alaya almıştır ki sansür edilmiş gazete sayfaları, samyeli vurmuş ekin, okuyucuya not yazmaları için koyulmuş boşluklar gibi oldukça ilginç benzetmelerle dikkatlere sunmuştur.

    Yine II.Meşrutiyet basınının karşılıklı sataşma, taciz ve saldırıya dayanan yayın anlayışı çok farklı bir benzetmelerle ele alınmıştır. 15 Kasım 1918 tarihli Minber gazetesinin Karikatür köşesinde Müsabaka başlığı ile konu şöyle mizahlaştırılmıştır:

    “Daima her şeyden büyük bir iktidar arayan müsabakalara (yarışma) pek meraklı bir zat gördüm. Umum gazetecilere yeni bir müsabaka açıyorum bakalım büyük müsabakayı kim kazanacak dedi.
    Ve ber-vech-i âtî (aşağıdaki) müsabaka şeraitini (şartlar) okudu; ‘Hiç kimseye ta’riz (sözle dokundurma, sataşma) etmeden katiyen hissiyattan bahsetmeden gazetesini imal edipte 500 nüsha satabilen gazeteciye gayet mühim ve kıymetli bir mükafat verilecektir’15
    Yazar aynı konuyu 18 Kasım 1918 tarihli Minber gazetesinin Karikatür köşesinde Hücum başlığı altında aşağıdaki şekliyle ortaya koymaya çalışmıştır:
    “ Yeni terhis olan ihtiyat zabiti (yedek subay) arkadaşım elindeki geniş bir kağıdın üzerine kapanmış bir çok rakamlar yazarak bozarak uğraşıyordu. Ne ile meşgul bulunduğunu sordum:
    - Bir hücum planı hazırlıyorum. dedi.
    - Canım artık ne yapacaksın? demekliğim üzerine başını kaldırdı;
    - Hayır hücum harp için değil. Bu çıkaracağım bir gazete ismidir. Etrafında rast gelene hücum daha doğrusu halkın 40 parasına hücum planıdır dedi.”16

    Böylece II. Meşrutiyet’in basın dünyasındaki gazete sayfalarına yansıyan yazı dilinin kavgacı, hakaret edici, şahsiyet ve kişiliklere dokunan bir içerikte olduğu, bunun da gazete satışında olumlu bir etki yarattığı dile getirilmiştir.

    Her iki anlatımda da 1918 basınının tek ama tek hedefinin gazete satışını artırarak para kazanmak olduğu, bunun da gazetelerin yayınlarında birilerine sataşarak, saldırarak, hücum ederek gerçekleşeceğine inandıkları vurgulanmaktadır. Hatta gazete ismi olarak Hücum ismi kullanılırsa daha etkili olacağı benzetmesiyle durum daha da vahimleştirilmiştir.

    23 Kasım 1918 tarihli Karikatür köşesinde basının para kazanması meselesi yine gündeme taşınmıştır. Eskiden harp zenginlerinin oturduğu gazinolarda şimdi gazete sahipleri, başyazarlar ve yazı işleri müdürlerinin oturmaya başladığı yazılarak para kazanma meselesine vurgu yapılmıştır. Aynı yazı içerisinde gazinoda bir araya gelen yazı işleri ve gazete idare müdürlerinin harcama yapmaktan kaçındıkları, tek düşüncelerinin daha fazla satmak ve para kazanmak olduğundan yakındıkları dile getirilmiştir. Yine Karikatür köşesinde; bir gazetenin yazı işleri müdürünün kendi idare sorumlusunun, haberi yapılan şahısların fotoğraflarının koyulmasından dolayı sıkıntı çıkarttığı ve bu durumu önceden fotoğraf klişeleri hazırlayarak habere uygun fotoğraflar koyup çözdüğü mizah konusu edilmiştir. İdare müdürü kendisini de “Canım zaten şimdiye kadar altındaki yazılar olmazsa günlük gazetelerdeki klişelerinin hangisini asıl sahipleri bile tanıyabilir ki?”17 diyerek savunması, o gün için resim koyma işinin nasıl bir yük olduğunu ve bundan kurtulmanın çok zekice bir çözümle gerçekleştirildiğini görmek mümkündür. Ancak burada halk hatta habere konu olabilecek şahıslar bile dikkatsizlik, ilgisizlik ve cehaletle suçlanmıştır. Aynı zamanda böyle bir zafiyetten faydalanmanın normal karşılandığı vurgulanmıştır.

    3. Karikatür Köşesinden Osmanlı Hükûmetleri ve Siyasetlerine Bakış

    Osmanlı devletinde vatandaşın devlet yönetimine katılması 23 Aralık 1876’da Meşrutiyet’in ilanı yani Kanun-ı Esasî’nin yürürlüğe girmesi ile başlamıştır. 17 Mart 1877’de ilk oturumunu yaparak açılan Meclis-i Mebusan’da vatandaşın oyları ile seçilmiş milletvekilleri burada padişahın yanında devlet idaresinde yer sahibi olmaya başlamıştır. Ancak bu durum kısa sürmüş ve padişah yetkilerine dayanarak 13 Şubat 1878’de, Osmanlı-Rus Harbi’nin yarattığı durumu bahane ederek parlamentoyu dağıtmıştır.18 23 Temmuz 1908’de ikinci defa meşrutiyet ilan edilince meclis yeniden açılmış ve halkın temsilcileri seçimle tekrar anayasal haklarını kullanmaya başlamıştır. Bu dönem aynı zamanda birden fazla partinin de kurulmaya başladığı dönem olmuştur. Çok partili hayatın ilk tecrübelerinin kazandığı bu süreç aynı zamanda oy almak için halkın huzuruna çeşitli program ve vaatlerle çıkılmaya başlandığı ilk dönem olma özelliğini de taşımaktadır.

    Minber’de vaatlerle halktan oy alma girişiminde nasıl bir mantık ve amaç güdülerek siyaset yapıldığı, bu günlere ışık tutarcasına şu şekilde dile getirilmiştir:

    “-Evet birader düşünüyorum başka yapacak bir iş yok. Bu defa mebusluğa namzetliğimi koyacağım.
    - Programınızı düşündünüz mü?
    - O kolay, çünkü, mebus programı demek sonra hakikaten takip edeceği şey demek değildir. O zaman halkın en ziyade istediği şey ne ise onları anlamlı ve öylece ilan etmelidir. Mesela benim programım şimdilik şöyle olacaktır;
    Memur maaşatı (maaşları) her vakit altın olarak verilmeli, vesaiti nakliye (ulaşım) fiyatları tenzil (indirim) edilerek İstanbul’un bir ucundan diğer ucuna kadar on paraya, tramvay ve boğazın bir başından diğer başına kadar 20 paraya vapur olmalı. Unun okkası beş, şekerin iki, ekmeğin bir kuruşu geçmemeli vesaire….”
    -Hakikaten bu suretle bir program çok rey kazanır. Fakat mebus olduğun vakit ne yapacaksın?
    - O kâmilen başka şimdi onu söylersem senin de mebus olacağın gelir.
    - Nasıl?
    - Mebus olunca azizim hangi parti kuvvetli ise o taraftan olursun . Parti biraz hücuma uğrar ve bir iki gaf yaparsa yani şayet zayıflarsa güya o gaflarda senin reyin yokmuş gibi itiraz eder ve partiden çıkarsın. Ya yeni bir isim bularak ayrı bir şey yaparsın yahut diğer bir kuvvetli partiye intisap (girmek, bağlanmak) edersin.
    - Anladım çok iyi şey etmiş.”19

    1918’in siyaset anlayışı bu şekilde yerildiği gibi bu sancılı ve sıkıntılı dönemin bir başka özelliği olan sık sık bakanların ve hükümetlerin değişmesi de ele alınmıştır. Osmanlı devletinde, 1914 Kasım ayından 1922 Kasım ayına kadar on bir hükümetin kurulduğu düşünülürse, siyaset ve hükümet işlerinin nasıl bir çıkmaz içerisinde olduğunu anlamak mümkün olacaktır. Minber’in Arı takma adlı yazarı bu konuları da gündeme taşımaktan geri durmamıştır. 4 Aralık 1918 tarihli gazete de Nazır Beyin Sadakası başlığı altında:

    “Öteden beri bir köşe başını bekleyen dilenciye haftada bir kere 40 para vermeği itiyat (alışkanlık) eden bir zat geçenlerde nazır olur. Ve yine otomobilini durdurarak her zamanki gibi 40 para vermeğe devam edince dilenci bir gün;
    - Velinimet! Siz nazır olmazdan evvelde 40 para veriyor idiniz, hiç artırmadınız! deyince nazır bey de;
    - Hanım dur bakalım! Bizim nazırlıklar pek tuhaf. İlk ay terakki maaş diye zam olunan miktar ikinci ayı bitirmeden de ipimizi kesiyorlar. Bir şey anlamağa kalmıyor ki!... demiş.”20 Bu hükümet ve üyelerinin değişimi konusu 2 Aralık 1918 tarihli gazetede Mahalle Kahvesinde başlığı ile;
    “- Gazetelere bakarsak kabine yeniden değişecekmiş.
    - Buda sinema gibi ne kadar çabuk değişiyor.
    - Fena değil ben mahzun (hüzünlü) olmuyorum.
    - Neden?
    - Çünkü, böyle giderse hepimize birer kere nazır olmak sırası gelecek. Ve işte o vakit tam musavvat (eşitlik) tatbik edilmiş bulunacak…”21 şeklinde dile getirilmiştir.

    II. Meşrutiyet döneminin iktidar partisi İttihat ve Terakki’nin 1 Kasım 1918’de toplanan olağanüstü kongresinde; İttihat ve Terakki feshedilerek bütün varlığı ile yeni kurulacak olan Teceddüt Fırkası’na devri kararlaştırılmıştır.22 Bu gelişme ve değişme ise bir başka mizah konusu olmuştur. İki arkadaş arasında geçen bir konuşma şekliyle konu şöyle sunulmuştur:

    “- Birader İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin ismi Teceddüt olmuş bundan bir şey anlamadım. Eşhası (şahıslar) aynı olduktan sonra isim tebdilinden (değiştirme) acaba faide nedir? Yoksa Teceddüt’ten maksat yeni baştan işe başlamak mı? Hatta Enver Paşa’nın bir zamanki Resne dağlarına mukabil Kafkasya dağlarına gidiyorum demesi onun için mi?
    - Hayır bunların hiçbirisi değil. Bizim an’anat-ı (gelenekler) kadime-i (eski, geçmiş) milliyemizden resiyy (ısrarla, inatla devam eden) vardır. Bir çocuğun hastalığı uzun sürer ve artık tedavisinden kat’i ümit edilirse o vakit en son çare olarak ismi değiştirilir.
    Hakikaten de çok kere bunun faidesi görülerek çocuk şifâyâb (şifa bulmak) olur.”23

    Bir devre damgasını vurmuş olan bir siyasî teşkilatın, kamuoyunda hakkında oluşmuş kötü imajın silinmesi için isim değiştirme girişimi, geleneksel bir hastalıktan kurtulma inancıyla bağdaştırılarak anlatılması oldukça dikkat çekicidir.

    4. Karikatür Köşesinden Osmanlı Ekonomik, Sosyo Kültürel ve Hukukî Yapısına Bakış

    Uzun süren savaş yılları, zaten çökmüş olan Osmanlı ekonomisini ve sosyal yapısını iyiciden iyiceye olumsuz etkilemiştir. Gerek savaş yıllarında gerekse savaştan hemen sonra kıtlık, yokluk, fakirlik, adam kayırma, geçim sıkıntısı, hayat pahalılığı, askerî ve sivil iaşe ve buna benzer toplumsal sorunlar sınırı aşmıştır.24 Bu durum ister istemez o günkü basının da sayfalarına taşınmıştır.

    Minber gazetesinin Karikatür köşesinde de ekonomik ve toplumsal sorunlar mizah ve hicvin karışımıyla ele alınmıştır. 5 Aralık 1918 tarihli Minber gazetesinde Merkepler Arasında başlığı ile mevcut savaş sonrası gıda sıkıntısı aşağıdaki gibi karikatürize edilerek ortaya konulmuştur:

    “Hayvanatın da kendisine mahsus işaret ile konuştuklarına kani olan bir zat geçen gün diyordu ki;
    -Köprüden geçiyordum orada duran bir yük arabasına koşulmuş bir merkep ile onun karşısında serbest duran diğer merkep nazarı dikkatimi celb (toplamak, çekmek) etti. Dinledim hakikaten biri yan gözle limandaki gemileri görünce üst dudağını kaldırarak gülümser bir vaziyette diğeri ile ber-vech-i âtî (aşağıdaki şekilde) konuşuyordu;
    - Gemilere bak galiba birçok erzak ve buğday gelmiş!
    - Bundan bize ne! İnsanlara yarar.
    - Hayır…o vakit arpa ile saman bize kalır da…”25

    Bir tür fabl yapılarak hayvanların dilinden 1918 Osmanlı devletinin toplumsal sorunları dile getirilmiştir. Özellikle savaş sırasında ve sonrasında gıda ihtiyacı o kadar hat safhaya çıkmıştır ki hayvanlar bile buğday ve diğer yiyecek maddelerinin gelmesine sevinmiştir. Çünkü hayvanların yiyecekleri bile insanlar tarafından tüketildiği günler yaşanmıştır.

    30 Kasım 1918 günlü Minber gazetesinde Karikatür köşesinde Adak başlığı altında bu ekonomik şartlar içerisinde özellikle de memurun içler acısı durumunun çok farklı bir mizahla dile getirildiği görülmektedir. Konu iki vatandaş arasında geçen bir konuşma olarak şu içerikte hazırlanmıştır:

    “Askerlerin terhisini duyan ihtiyar bir valide yanındaki kadına,
    - Ah eğer Ahmet’im bir haftaya kadar gelirse, Tezveren Dede’ye bir okka zeytin yağı adağım oluversin diyiverdi.
    Oradan geçen bir zat da ihtiyar kadının kulağına eğilerek,
    - Valide, Tezveren Dede’yi bırak iki memura yarımşar okka patates ada daha çabuk gelir dedi.”26

    Aynı konu, Minber gazetesinin 7 Aralık 1918 tarihli sayısında iki tramvay biletçisi arasında geçen şu konuşma şekliyle dile getirilmiştir:

    “- Duydun mu, tramvay ücretler iki misli oluyormuş?!
    - Hayır, fakat bunu bana değil tramvay aksiyonu sahiplerine müjdele.
    - Neden? Fiyatların artması halinde bizim anafor yevmiyeler de iki misli olacak demektir.”27

    Halkın fakirliği ve geçim sıkıntısı yanında kadın hakları ile ilgili olarak da çok dikkat çekici bir yaklaşımın sergilendiğini Karikatür köşesinde görmek mümkündür. İki kadın arasında geçen bir konuşmayla olay kurgulanmıştır. 11 Aralık 1918 tarihli sayıda İki Kadın Arasında başlığı ile şöyle yazılmıştır:

    “- Hemşire işittiniz mi erkekler nasıl gezeceklermiş?
    - Hayır işitmedim, nasıl?
    - Yaz günleri tozdan muhafaza için yüzlerine peçe koyacaklarmış.
    - Aman ne âlâ belki o vakit musavvat (eşit) olsun diye bizden peçeyi kaldırırlar.”28

    İttihat ve Terakki iktidarında Osmanlı modernleşmesinin bir parçası olan kadın hakları konusunda da önemli adımlar ve değişimler gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. Eğitim öğretim hakkından başlayıp çalışma ve medeni hakları içeren adımlar arasında giyim ve kuşamda yer almıştır.İstanbul’da çarşaf ve peçe devam etmekle beraber, kadınlar çoğu kez peçelerini örtmüyorlardı.29

    Karikatür köşesinde ele alınan konulardan biri de hapishanelerle ilgilidir. Hapishanelerden firarların yaşandığı ve kanunların tam manasıyla uygulanmadığı konusu, İki Serseri Arasında başlığı altında gündeme taşınmıştır. Durum şöyle karikatürize edilmiştir:

    “-Peki senin dediğin gibi yapalım. Tutalım, soyalım, keselim ama…!
    -Ne var? Korkuyor musun?
    -Hayır korkmadığımı biliyorsun. Yalnız tutulur da deliğe tıkılırsak diye düşünüyorum. Sonra paraları nerede yiyeceğiz?
    -Korkma görmüyor musun şimdiki hapishanelerde kimin kaldığı var ki! Elbet biz de kaçarız.”30

    Sonuç

    Girişte de belirtildiği gibi, Minber gazetesi, Mondros Mütârekesi’nden hemen sonra yayımlanmıştır. Yayın hayatı kısa sürmüş olmasına rağmen, özellikle gazetenin sahipleri ve izlediği muhalif politikalarla dikkatleri üzerine çekmiştir. Bütün olarak ele alınıp incelenmeyen Minber gazetesinin sadece Karikatür köşesindeki mizahî yaklaşımlar irdelenmeye çalışılmıştır. Kısa ve oldukça ilgi çekici bu yazıların yazarının kim olduğu ne yazık ki belirlenememiştir.

    Karikatür köşesinin Arı takma adlı yazarının kim olduğu tespit edilememiş olmakla beraber, Meşrutiyet dönemini iyi bilen ve olayları yakinen takip eden bir aydın olduğunu söylemek mümkündür. Yazarın aynı zamanda İttihat ve Terakki yönetimine muhalif olduğu gibi ondan sonraki hükümet ve yönetimlere de karşı olduğu yazılarından anlaşılmaktadır.

    Minber gazetesinin Karikatür köşesinde ele alınan konular ince bir zeka ürünü olan mizahın tatlı bir kıvamında değerlendirilmeye çalışıldığı anlaşılmaktadır. Bazen anlatımlardaki yakıştırmaların, benzetmelerin dozunun kaçtığına da şahit olmak mümkündür. Bunun da 1918 yılının özellikle de ekim ve kasım aylarındaki yaşanan olaylardan devletin, hükûmetin ve milletin içinde bulunduğu atmosferden kaynaklandığını söylemek mümkündür.

    Devrin siyasî, sosyal, kültürel, hukukî, ekonomik ve toplumsal durumu, eleştirel bir yaklaşımla tiyatro veya film sahnelerine büründürülerek anlatılmaya çalışılmıştır.

    Bir gazete köşesinde günün gelişmeleri karşısındaki duygu ve düşüncelerin bir yansıması olarak kabul edilebilen “Arı” mahlası ile yazılanlara bu gün itibariyle baktığımızda, tarihin anlaşılmasında ve aktarılmasında mizahın önemli bir katkısının olduğu söylenebilir.

    Bu mizahî yaklaşım aynı zamanda tarih eğitiminde de kullanılabilir. Tarihî olayların anlatımında, anlama ve algılanmasında mizahın, bir yöntem olarak önemli katkısının olabileceğini de söylemek mümkündür.

    Yukarıdaki başlıklar altında sıralanan örnekler, bir tarafıyla 1918 yılı basınındaki mizah anlayışı ve mizah dilini ortaya koyarken, çok karmaşık bir tarihi döneme de ışık tutmaya çalışmıştır.

    Yazı kaynağı : erdem.gov.tr

    Mustafa Kemal Atatürk'ün İlk Gazetesi Minber

    Ali Fethi Okyar (1880-1943) - Atatürk Ansiklopedisi

    Ali Fethi Okyar (1880-1943) - Atatürk Ansiklopedisi

    Devlet adamı ve diplomat.

    29 Nisan 1880’de Pirlepe’de doğdu. Babası Yazıcı İsmail Efendi, annesi Fatma Hanım’dır. İlk ve orta öğrenimini Manastır’da İbtidâi Nûmune Mektebi, Askerî Rüştiye ve Askerî İdadide tamamladı. 13 Mart 1898’de Harbiye Mektebine girdi. İdadi yıllarında Mustafa Kemal (Atatürk) ile sınıf arkadaşı oldu. Bu arkadaşlık, Harbiye yıllarında istibdat yönetimine karşı örgütlenme ve yayın faaliyetleri ile sürdü. 2 Ocak 1900’de Piyade Teğmen rütbesiyle Harbiye’den mezun olarak kurmay sınıfına ayrıldı. Buradan 1903’te birincilikte mezun oldu. 4 Ocak 1904’te Kurmay Yüzbaşı rütbesi ile Selanik’te 3. Ordu emrine verildi. Manastır, Kosova ve Selanik’te çetelere ve komitecilere karşı verdiği mücadelelerle stajını tamamladı. 25 Mart 1906’da Kolağası oldu. 30 Nisan 1906’da Edirne Harbiye Mektebi Ders Nâzırı Yardımcılığı’na atandı. Bu görevde üç ay kaldı. Manastır’a dönme isteği kabul edildi ve 21 Ağustos 1906’da 3. Ordu Mahçova Yunan Sınırı Mıntıka Kumandanlığı’na atandı. 1 Mart 1907’de Selanik Şark Demiryolu Hattı Müfettişliği’ne nakledildi. Aynı yıl İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne üye oldu. 21 Mayıs 1908’de Binbaşılığa yükseltilerek Selanik Jandarma Subay Okulu komutanlığına getirildi. 22/23 Temmuz 1908 gecesi Selanik’te Meşrutiyet’in ikinci kez ilanı kararını alan İttihatçı grup arasında yer aldı. Kararı halka duyuran beyannameyi de aynı gece kaleme aldı. 12 Ocak 1909’da Paris Askerî Ataşesi oldu. Bu görevde iken patlak veren 31 Mart Ayaklanması nedeniyle Selanik’e gelerek Hareket Ordusu’na katıldı. Rütbelerin düzenlenmesi hakkındaki kanuna göre kıdemi itibarıyla Kolağası rütbesinde olması gerektiği, 19 Ağustos 1909’da kabul edildi. 27 Nisan 1910’da yeniden Binbaşılığa yükseltildi. II. Abdülhamit’in tahtan indirilmesinin ardından 27/28 Nisan gecesi beraberindekilerle birlikte Abdülhamit’i Yıldız’dan alarak Selanik’e götürdü. 3,5 ay Selanik’te Alatini Köşkü’nde onun muhafızlığını yaptı. Ardından ikinci kez Paris Askerî Ataşeliği’ne atandı. 29 Haziran 1910’da Fransa’da yapılacak manevraları izlemekle görevlendirildi. Bu manevralara Mustafa Kemal ile birlikte katıldı. Arnavut Harekâtı nedeniyle ve isteği üzerine 26 Haziran 1911’de İşkodra Müretteb Kuvvetler Kurmayına atandı. 3 Temmuz’da göreve başladı. İtalya’nın Trablusgarp’ı işgali üzerine Mustafa Kemal ile birlikte bu yurt parçasını savunmaya karar verdi. 1 Ekim 1911’de Trablusgarp’ta bulunan 42. Tümenin Kurmay Başkanlığına atandı. 1911 Ekim ayı başında (10-12 Ekim) Paris üzerinden Trablusgarp’a giderek savunma kuvvetlerinde görev aldı. Mebusan Meclisi’nin II. dönemi için 13 Nisan 1912’de yapılan seçimde Manastır mebusluğuna seçildi. Ardından cepheye döndü. Trablusgarp’ın yitirilmesi ve Balkan Savaşları’nın başlaması üzerine İstanbul’a geldi. Önce Genelkurmay’da görevlendirildi. Ardından, 25 Kasım 1912’de Çanakkale Boğazı Müretteb Kuvvetler Kurmay Başkanlığı’na atandı. Bolayır muharebelerinde Mustafa Kemal ile birlikte savaştı. Bu muharebelerde komutanları ile düştükleri görüş ayrılığı her ikisini de istifaya sürükledi. Ancak istifaları kabul edilmedi. Ali Fethi, Bolayır’da verdikleri mücadeleyi “Bolayır Muharebesinde Adem-i Muvaffakiyetin Esbabı” ismi ile 1914 yılında kitaplaştırdı. Edirne’nin geri alınmasının ardından askerlik mesleğinden istifa isteği kabul edildi. 14 Eylül 1913’te, Trablusgarp Savaşı’ndaki olağanüstü hizmetine karşılık Kurmay Yarbay rütbesine yükseltilerek yedeğe alındı. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Genel Sekreteri oldu. 13 Ekim 1913’te Sofya Elçiliğine atandı. 27 Ekim’de Mustafa Kemal’in Askerî Ataşe olarak atanması ile iki silah ve ideal arkadaşı Sofya’da yeniden buluştu. İkili, Mustafa Kemal’in 2 Şubat 1915’te 19. Tümen Komutanlığı’na atanmasına kadar I. Dünya Savaşı’nın zor günlerinde yan yana görev yaptı. Ali Fethi, bu görevi sırasında yaşamını Galibe Hanım ile birleştirdi. 21 Aralık 1917’de İstanbul’a döndü. Ara seçimlerde İstanbul mebusu olarak III. Dönem Mebusan Meclisi’ne girdi. 8 Aralık’ta mazbatası kabul edildi. Mustafa Kemal’in önerisi ile, 14 Ekim 1918’de kurulan Ahmet İzzet Paşa kabinesinde Dahiliye Nazırlığı’na atandı. Kabinenin 8 Kasım 1918’de istifasıyla nazırlık görevi sona erdi. Bu sırada Mustafa Kemal’in parasal desteği ile 1 Kasım 1918’de Minber gazetesini yayımlamaya başladı. “Osmanlı Hürriyetperver Avam Fırkası”nı kurdu. 10 Mart 1919’da tutuklanarak Bekirağa Bölüğü’ne hapsedildi. 9. Ordu Müfettişliğine atanmış olan Mustafa Kemal, 14 Mayıs 1919’da yaptığı ziyarette “Fethi, umumî müfettişlik vazifesi ile Samsun’a hareket edeceğim. Günleri sayarak oraya selametle çıktığımı anladığınız dakikada artık üzüntü ve ıstıraplarınıza yer kalmasın. Çünkü bu takdirde artık büyük işe başlamış olacağım.” diyerek Anadolu’ya geçiş amacını ona açıkladı. Mustafa Kemal, Anadolu İhtilâlini başlatırken Ali Fethi, Malta’ya sürüldü. Tutsaklığı 1 Haziran 1919’dan, 30 Nisan 1921’e kadar sürdü. Bu tarihte Ankara hükû­metinin girişimleriyle serbest bırakıldı. 8 Ağustos 1921’de Ankara’ya geldi; coşku ile karşılandı. Aynı gece Mustafa Kemal Paşa ile görüştü. Mustafa Kemal’in isteği üzerine, 15 Ağustos 1921’de, boş olan İstanbul milletvekilliğine seçilerek TBMM’ye katıldı. 10 Ekim 1921’de Dahiliye Vekili oldu. 20 Ekim 1921’de Fransa ile imzalanan Ankara İtilâfnamesi’nin hazırlanmasında büyük hizmetleri oldu. 3 Temmuz 1922’de TBMM’ce, görünüşte sağlık sorunları nedeniyle, gerçekte ise TBMM Ordularının taarruz hazırlıklarını gizlemek amacıyla Londra, Paris ve Roma’da siyasî temaslar yapmak üzere iki ay süreyle izinli sayıldı. Zaferin ardından 13 Eylül 1922’de Roma’dan ayrıldı. Antalya, Ankara yolu ile İzmir’e ulaştı. Zafer coşkusuna ortak oldu. Mustafa Kemal Paşa ile birlikte 2 Ekim 1922’de Ankara’ya döndü. Yeniden Dahiliye Vekilliği görevine getirildi ve bu görevini 14 Ağustos 1923’e kadar sürdürdü. TBMM’nin II. Döneminde İstanbul milletvekilliğini korudu. 14 Ağustos 1923’te Dahiliye Vekilliği’ni de sürdürmek üzere İcra Vekilleri Heyeti Başkanlığı’na seçildi. 24 Ekim’de Dahiliye Vekilliği’nden ayrıldı. İcra Vekilleri Heyeti Başkanlığı’ndan istifa mektubu 27 Ekim 1923’te önce Halk Partisi Grubu’nda okundu, ardından Meclis’te kabul edildi. Oluşan hükûmet bunalımını aşmak amacıyla 28 Ekim’de milletvekillerini Parti Grup Başkanı sıfatı ile Meclis’te topladı ise de olumlu sonuç alınamadı. 28/29 Ekim gecesi Mustafa Kemal Paşa’nın işareti ile hükûmet bunalımının Cumhuriyet’in ilanı sayesinde aşılabileceği anlaşıldı. 29 Ekim sabahı Ali Fethi Bey’in başkanlığında toplanan Halk Partisi Grubu’nda Mustafa Kemal Paşa Cumhuriyet’in ilanı önerisini sundu. Ardından Meclis Genel Kuruluna sunulan öneri görüşülerek kabul edildi. TBMM’nin 1 Kasım 1923’teki toplantısında Ali Fethi Bey Cumhuriyet yönetiminde TBMM’nin ilk Meclis Başkanı oldu. Bu görevi; 22 Kasım 1924’te son buldu. Aynı gün Başbakanlığa atandı.Şeyh Sait Ayaklanması’nın ardından 3 Mart 1925’te istifa etti. 8 Mart 1925’te Paris Büyükelçiliğine atandı. Bu görevi sırasında Fransa ile Osmanlı Borçlarının geri ödenmesi ile ilgili görüşmeleri (1 Temmuz-24 Ekim 1925) yürüten heyetin başkanlığını yaptı. 13 Haziran 1928’de Türkiye adına antlaşmayı imzaladı. Paris Büyükelçiliği görevini Temmuz 1930 sonuna kadar sürdürdü. Yıllık iznini geçirmek üzere geldiği Türkiye’den Paris’e dönmedi. Mustafa Kemal Paşa’nın bir muhalefet partisi kurması konusundaki önerisini benimsedi. 9 Ağustos 1930’da Büyükelçilikten istifa etti. 12 Ağustos 1930’da, CHP’den farklı olarak serbest ticareti ve özel girişimi savunan, cumhuriyetçi, milliyetçi ve laik Serbest Cumhuriyet Partisi’ni kurdu. Partinin Genel Başkanlığını üstlendi. İktidara gelmeyi amaçladığını açıkladı. Yaptığı etkili muhalefetle özellikle Ege’de halkın büyük çoğunluğunun desteğini kazanması ve Ekim ayında yapılan Belediye seçimlerinde başarı elde etmesi iktidar partisi ile sert polemiklerin yaşanmasına neden oldu. Toplantı ve gösterilerinin olaylı sonuçlanması, kimi söylemlerinin devrim karşıtlarınca saptırılması ise Mustafa Kemal Paşa’nın Parti’den desteğini çekmesine yol açtı. 17 Kasım 1930’da Serbest Cumhuriyet Partisi’ni feshetti. Bu sırada yapılan ara seçimlerde 25 Eylül 1930’da Gümüşhane milletvekili olarak Meclise girdi. 5 Mart 1931’de Meclisin yeni seçim kararı alması üzerine milletvekilliği sona erdi. TBMM’nin IV. Dönemi için 1931’de yapılan seçimlere katılmadı. 19 Mart 1934’te Londra Büyükelçiliği’ne atandı. 7 Nisan’da Türkiye’den ayrıldı. Dünyanın hızla savaşa sürüklendiği bir dönemde üstlendiği bu görevi sırasında Türk-İngiliz ilişkilerinin gelişmesine önemli katkı sağladı. Atatürk’ün vefatı üzerine İsmet İnönü’nün birlikte çalışma önerisini kabul etti. 31 Aralık 1938’de, Albay Osman Korutürk’ün ölümü üzerine boşalan Bolu milletvekilliğine seçilerek V. Dönem sonunda yasama görevine döndü. Bu amaçla, 4 Ocak 1939’da Londra Büyükelçiliği görevinden istifa etti. VI. Dönemde yeniden Bolu’dan milletvekili seçildi. 3 Nisan 1939’da kurulan II. Refik Saydam Kabinesi’nde Adalet Bakanı oldu. Bu görevinden, Malta dönüşünden beri süren kalp rahatsızlığının şiddetlenmesi nedeniyle 12 Mart 1941’de istifa etti. Hastalığı, yasama çalışmalarını sürdürmesine olanak tanımadı. 21 Mart 1941’den itibaren izinli olarak TBMM’den ayrıldı. İstanbul’a yerleşti. İzin süresi ikişer ay süre ile her defasında uzatıldı. 7 Mart 1943 Cuma günü saat 19.00’da yaşamdan ayrıldı.

    Şaduman HALICI

    KAYNAKÇA

    Devlet Arşivleri BOA, İ..DUİT, Kn. 9, Gn. 38

    Devlet Arşivleri BCA, 30-18-1-2-66-51-13

    Devlet Arşivleri BCA, 30-10-0-0-75-497-10

    Devlet Arşivleri BCA 30-18-1-1-13-12-17

    Türkiye Cumhuriyeti Emekli Sandığı Arşivi, Vatana Hizmet Tertibi, 00621.

    ABALIOĞLU, Yunus Nadi, “Fethi Okyar’ın Şahsında Kaybettiğimiz”, Cumhuriyet, 9 Mayıs 1943.

    AHMAD, Feroz, İttihat ve Terakki 1908-1914, Çev. Nuran Yavuz, Kaynak Yayınları İstanbul 2016.

    ATAY, Falih Rıfkı, “Fethi Okyar”, Ulus, 9 Mayıs 1943.

    BALKAYA, İhsan Sabri, Ali Fethi Okyar (29 Nisan 1880-7 Mayıs 1943), TTK Yayınları, Ankara 2005.

    ÇOKER, Fahri, Türk Parlamento Tarihi-Millî Mücadele ve TBMM I. Dönem 1919-1923, Cilt III, TBMM Basımevi, Ankara 1995.

    ESADLI, Mustafa Ragıb, İttihat ve Terakki, Hürriyet Yayınları, İstanbul 1975.

    GÖRGÜLÜ, İsmet, On Yıllık Harbin Kadrosu 1912-1922-Balkan Birinci Dünya ve İstiklal Harbi, TTK Yayınları, Ankara 2014.

    İNÖNÜ, İsmet, Hatıralar, Yay. Haz. Sabahattin Selek, Bilgi Yayınevi, Ankara 1985.

    KOCATÜRK, Utkan, Atatürk ve Türk Devrimi Kronolojisi 1918-1938, Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Yayınları, Ankara 1973.

    KURAN, Ahmet Bedevi, İnkılâp Tarihimiz ve İttihat Terakki, Tan Matbaası, İstanbul 1948.

    OKYAR, Ali Fethi, Bolayır Muharebesinde Adem-i Muvaffakiyetin Esbâbı, İstanbul 1941.

    OKYAR, Ali Fethi, Serbest Cumhuriyet Fırkası Nasıl Doğdu, Nasıl Öldü?, Yay. Haz. Nermin Kırdar, İstanbul 1987.

    OKYAR, Ali Fethi, Üç Devirde Bir Adam, Yay. Haz. Cemal Kutay, Tercüman Yayınları, İstanbul 1980.

    OKYAR, Osman, SEYİDANLIOĞLU, Mehmet, Fethi Okyar’ın Anıları, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara 1997.

    OKYAR, Ali Fethi-KANSU, Şarman, Büyük Günlerin Adamı Fethi Okyar’ın Hayatından Kareler, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 2016.

    SANDER, Oral, Türkiye’nin Dış Politikası, İmge Yayınları, Ankara 2000.

    ŞIVGIN, Hale, Trablusgarp Savaşı ve 1911-1912 Türk-İtalyan İlişkileri, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara 1989.

    TEVETOĞLU, Fethi, “Atatürk’le Okyar’ın Çıkardığı Gazete: Minber”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Yıl 1988, C. 5, S. 13, s. 183-194.

    TEVETOĞLU, Fethi, “Ali Fethi Okyar’ın Günlük Hatıraları (30 Nisan 1921-16 Ekim 1921), Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, C. XII, S. 16, s.113-130.

    TEVETOĞLU, Fethi, “Ali Fethi Okyar’ın Serbest Fırka Hatıraları, Yeni Forum, 1-15 Nisan 1988, S. 206, s. 33-34.

    TEVETOĞLU, Fethi, “Atatürk’ün Davasını Yürütmekte İlk Akla Gelen Arkadaşı: Ali Fethi Okyar”, Türk Kültürü Dergisi, Yıl XXVI, S. 292, Ağustos 1987, s. 9-17.

    TUNAYA, Tarık Zafer, Hürriyetin İlanı İkinci Meşrutiyetin Siyasi Hayatına Bakışlar, Baha Matbaası, İstanbul 1959..

    Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi, Osmanlı İtalyan Harbi (1911-1912), Genelkurmay ATASE Yayınları, Ankara 1981.

    Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi, Balkan Harbi (1912-1913), Genelkurmay ATASE Yayınları, Ankara 1993.

    Yazı kaynağı : ataturkansiklopedisi.gov.tr

    Yorumların yanıtı sitenin aşağı kısmında

    Ali : bilmiyorum, keşke arkadaşlar yorumlarda yanıt versinler.

    Yazının devamını okumak istermisiniz?
    Yorum yap